Dünya, bütün değerleri yeniden şekillendiren iki büyük savaşçıyla birlikte birbirine girdi. Biri Attila, Hun İmparatorluğu?nun Kralı, kendi halkında onların kendilerinde gördüğünden çok daha fazlasını gören bir lider. Hunlar diğer ulusları kuşatma altına alıp yağmalarken Attila, yeni dünyanın düzeni ve bir imparatorluk kurmak üzerine çok daha ileriyi gördü… 3. Yüzyıl sonlarında Roma İmparatorluğu zayıflamış olmakla birlikte yine de Dünyadaki en güçlü devletlerden biridir. “Tanrının Kırbacı” olarak adlandırılacak büyük bir savaşçı o tarihte yeryüzünde var olur ve adı ATTİLA’dır. Büyük Roma İmparatorluğu’nun en acımasız ve en cesur düşman olacak bu hükümdar, kendi halkı için savaşacak ve devletini kurmak için Romalıları dize getirmeye çalışacaktır… Gerard Butler’ın başrolünde oynadığı ve Avrupa Hun Devletinin büyük hükümdarı Attila’nın imparatorluk öyküsünün anlatıldığı film, türü sevenler açısından izlenebilir bir içerik sunuyor.
Anadolu Tarih şimdi de sizlere farklı tellerden merak uyandırabilecek fotoğraflar paylaşarak sizleri kısa bir tarih yolculuğuna çıkaracak...
Ridaniye Savaşını resimize eden yağlı boya bir çalışma. Savaşı Bilindiği gibi Osmanlı Devleti kazanmış, Halifelik makamı Türklere geçmişti.
Kayıp Kıt'a Mu'dan Bahseden Naakal Tabletleriyle bulunan heykel (15.000 yıl öncesine ait)
Köktürk Anıtları
Üç büyük keskin kılıç, Büyük Türk Başbuğları
Hititya mağara freskleri
Mısır Piramitleri; Gizemini hala koruyor tüm haşmetiyle...
Göktürk Anıtlarının yakınlarında bulunan bir balbal, büyük bir hükümdara ait olduğu düşünülüyor.
Pontus egemenliğinin ehvel olduğu zamanlara ait bir harita
Anadolu Tarih
Mu, yani Güneş İmparatorluğu; eski çağlardan günümüze ulaşan tabletlere göre ilk insanın da anavatanı olduğu, Pasifik Okyanusu’nda, Asya ve Amerika kıtalarının ve Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde ve günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce şiddetli yer sarsıntıları sonucu battığı sanılan kıta.ezoterik kaynaklara göre İnsanoğlunun ana vatanı ( dünyanın en eski yerleşim merkezi ), din, mitoloji, efsane, destan ve sembollerin doğduğu yer.Yine aynı kaynaklara göre, bu kıta yaklaşık 70.000 yıl önce üzerinde yaşayan 64 milyon insanla birlikte sulara gömülerek yok olmuştur.Bazı araştırmacı bilim adamları dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunmuş olan tabletlerdeki yazı ve sembollerin ezoterik bilgileri kanıtlar nitelikte olduğunu ileri sürmektedirler.Güneş İmparatorluğu’nun Mu dilindeki adının U-luum-il şeklindeki bileşik kelimeden türeyen bir isim oluprazi, İl, Kudret, Devlet anlamına geldiği ifade edilmektedir.
Mu’nun Yeri
Günümüzde bu bölgede yer alan ada ve adacıklar bu kıtadan arta kalanlardır. İşin ilginç tarafı on iki bin yılın bu medeniyetin batış tarihi olması, bu medeniyetin başlangıcının çok daha eskilere dayandığını göstermektedir. Ayrıca bu medeniyetin Atlantis Medeniyetinden önce ve Atlantis’in bu medeniyetin mirasçısı olduğu söylenmektedir.
Churchward ve Niven’in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu.Churchward’a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur.
Mu’da İnanç
Tüm insanlar büyük bir uyum içersinde ve tek tanrı inancı ile yaşamaktaydı. Tanrının tek olduğu güneş sembolizması ile ifade edilmekteydi ve bu dildeki adı Ra idi. Onun için Mu uygarlığına Güneş İmparatorluğu da denmekteydi. Rahip-kral olarak görev yapan liderlerine Ra-Mu, bilim adamı da olan rahiplere Naacal denilmekteydi. Ra adının daha sonra Maya ve Mısır dillerinde de aynı anlamda kullanıldığını görürüz.
Atatürk ve Mu Kıtası
Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh’un oğlu Yasef’in oğlu olan kişidir. Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti.
Türklerin kökenini ortaya çıkarmak Gazi’nin en büyük isteklerinden biriydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıların son dönemlerinde Türklük Akımları üzerine yapılan araştırmaları derledi. Atatürk’ün isteğiyle birçok bilim adamı ve araştırmacı bu alanda araştırmalar yaptı. Yabancı bilim adamları davet edildi. 1930′da Türk Tarih Kurumu kuruldu.
Mu’da geçen Tanrı kavramıyla da yakından ilgilenmiş, yaratıcının insan aklıyla anlaşılamayacağı, şekillendirilemeyeceği ve adlandırılamayacağı üzerinde durmuştu. Tercümelerde Maya dili de dahil tüm lisanların Mu dilinden türediği belirtiliyordu.Bu araştırmaları da sıradan bir merak olamazdı. Yine O, neyi nerede arayacağını herkesten iyi biliyordu. Bugün Atatürk’ün gizli kalmış düşünceleriyle birlikte bu araştırmalar da Anıtkabir’in sessizliğinde uyumaya devam ediyorlar.Bugün bu kitaplardan Kayıp Mu Kıtası ve Mu’nun Çocukları Anıtkabir kitaplığında 1301, 1302 no ile kayıtlıdır. Çeviri metinleri ise kitaplıkta 4 dosya halinde bulunur.
Churcward’ın Kaynakları
Churcward’ın kaynakları, Batı Tibet’te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen Naacal Tabletleri ile, Amerikalı Jeolog William Niven’in 1921–23 yılları arasında Meksika’da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur.Bu taş tabletler 15.000 yıl önce yazılmıştı.İngiliz Albay James Churcward Hindistan’daki tabletleri Tahsin Bey’e bilgi olarak sundu. Bunlar da kayıp Mu Kıtası ile ilgiliydi. Ve Churcward 50 yıl çalışmıştı bu tabletleri çözebilmek için. Bu konuda 5 kitap yayınlamış bir uzmandı. Bu tabletler daha ziyade resimlere benzeyen bir yazı stili kullanılmıştır. Adı geçen Rahip, İngiliz Albaya bu tabletleri okuyup anlaması için Sanskritçe öğrenmesi gerektiğini, bunun da yeterli olmayacağını ve eski bir dil olan Naga-Maya dilini de öğrenmesi gerektiğini söyler. Naga-Maya dilini bu rahip bilmektedir ve Churchward, Rahipten bu dili öğrenmekle işe başlar. Neticede bu dilleri öğrenir ve tabletlerdeki yazıları büyük oranda çözer. Albay bu tabletleri çözmek için çok zaman harcar. Daha ziyade emekliliğinden sonra çalışmalarını bu alana teksif eder. Ancak yazıların bazı yerleri deforme olmuş, bazı tabletler de kaybolmuştur. Bunun için metinlerde anlam bütünlüğü bozulmaktadır.
1.Yukatan’da hazırlanmış eski bir Maya kitabi olan ‘Troano El Yazması’. Bugün British Museum’da bulunmaktadır.
2.Troano El Yazmasıyla ayni yaşta olan bir başka Maya kitabi ‘Cortesianus Kodeksi’dir. Bugün Madrid Ulusal Müzesi’nde bulunmaktadır.
3.Paul Schlieman tarafından Tibet’te bir Budist tapınağında bulunan ‘Lhasan Belgesi’.
4.Yukatan’da Mu Kıtası anısına inşa edilmiş Uxmal Tapınağı’ndaki Yazıtlar yaklaşık 12.000 yıllıktır.
Bu tapınakta: Geldiğimiz yer olan Bati ülkelerinin anısını korumak için inşa edilmiştir, diye kabartma yazılar bulunmaktadır.
5.Meksiko şehrinin 96 km güney batısında yer alan ‘Ksochicalo Piramidi Yazıtları’. Bu piramit, üzerindeki kabartma yazılara göre;Batı ülkelerinin yıkımının anısına inşa edilmiştir.
6.Dr. Niven’in Alaska’da bulduğu Mu Kıtası sembolleriyle işlenmiş bir totempol.
7.Eflatun’un Timeus ve Critias adli eserinde batik kıtaya dair su sözler geçer:Mu ülkesinde 10 halk vardı.
Tahsin Mayatepek’in Araştırmaları
Tahsin Mayatepek 1882′de Edirne’de doğan Tahsin Mayatepek’in babası Afyonlu Kara Ömer Vehbi Paşa, annesi Boşnak Gülsün Hanım’dı. Aile o zamanlar Sarhoşoğulları olarak anılıyordu (bugün Mayatepek). Tahsin Mayatepek babaları gibi asker olan iki kardeşinin, aksine tarihçi ve diplomattı. Enver Paşa’nın Sultan Vahdettin’in kızı Naciye Sultan ile olan evliliğinden olan kızı Türkan Sultan ile evlenmişti.Atatürk kendisini Meksika’ya elçi olarak gönderdi.Orada kendisine Amerikalı Arkeolog William Niven’in bulduğu tabletlerden bahsettiler. Maya dilinin kökeninin bu tabletlerde olduğu anlaşılmıştı. Türkçe ile Maya dili benzerlik bu tabletlerde aranacaktı. Bu tabletler Tahsin Bey’i şaşkına çevirdi. Çünkü tabletler M.Ö 200.000 ile M.Ö.70.000 yılları arasında Pasifikte yer almış bir kıtayı haber veriyordu. Kıtanın adı MU idi. Avustralya’dan birkaç kat büyüktü. Yüksek bir uygarlığa ulaştıktan sonra deprem veya tufan sonucu battığı sanılıyordu. Tahsin bey burada Maya kültürünü inceledi ve Türk kültürü ile arasındaki şaşırtıcı benzerlikleri tespit etti. Örneğin 130 dan fazla yer ve kelimenin Maya ve Türk dillerinde aynı veya çok benzer olduğunu gördü
Tahsin Mayatepek Meksika’daki araştırmalarında çok daha fazlasını bulmuştu. Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının Türklerin kullandığı eşyalara benzer eşyalar kullandığını Atatürk’e iletmişti. Davullar, kalkanlar üzerlerindeki ay ve yıldız sembollerine kadar bizimkilere benziyordu. Tahsin Mayatepek, çalışmalarını belge ve fotoğraflarla 3 ciltlik defter olarak toplayarak Atatürk’e gönderdi. Bunların ikisi 70′lere kadar TDK kütüphanesinde idi. (No7-56) Üçüncü defter kayıptır. Bu defterlerde dini tören, ibadet ve tapınakların bile şaşılacak kadar benzerliği gösteriliyordu.
Naacal Tabletleri’nden bazı ifadeler
Ulu büyük Melik’in… Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrının karada gücü nedir ? O Melik nebatatı büyütür, gökyüzünün rengini değiştirir… Bizi genç bitkilere, taze sürgünlere, yeni filizlere karşı müşfik kılan, bize gök yüzünün çeşitli renklerini seçtiren, yükselen bulutlan gösteren, parlak yıldızlar ile beraber gelen nimetleri, hafif çiyi, serinletici yağmuru gönderen, .güneşi;. ayın ışığını sevdiren büyük Melikin, Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrının kudretini kâinat selâmlasın!… O, arzda insan yaratmış, insanları çoğaltmış, emirlere emir dinleyecekler, emir dinleyeceklere emirler ihsan etmiştir. İnsanları yaratan, emirlere salâhiyetler sunan, tebaaları itaatli kılan büyük Meliki, Ulu Hükümdarı, Yüce Tanrıyı kâinat alkışlasın…. Büyük Melikin, Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrının denizde gücü nedir? O Melik gümüş balıklarını, yılan balıklarını, maymun balıklarını, ıstakozları, derin sularda yüzen iri balıkları, denizdeki diğer çeşit balıkları ve sair şeyleri deniz ile beraber halk etmiştir. Bu Yüce Hâlikı kâinat selâmlasın!… Bizi sineklerin, böceklerin, kurtların, diğer haşerelerin zararlarına karşı dayandıran odur. Onu, her şeyin Halikını, kâinat subhanekeler* ile yücelesin !”Mu kıtası sıcak, fakat pek münbit ve mahsuldar, ovalık bir memleket idi. Her tarafı güzel çayırlar, meralar, düzlüklerde bitmiş zengin ormanlar süslüyordu. Akışları sakin, muntazam, geniş yataklı, seyrüsefere fevkalâde müsait nehirler kenarında kalabalık nüfuslu, büyük, zengin şehirler vardı. Dünya cenneti denmeğe lâyık olan bu kıtada hiç yüksek dağ yoktu. Dağlar yalnız orada değil, dünyanın başka taraflarında da henüz fazla yükselmemişti. Mu ve Muluların mevcudiyeti yeryüzünde büyük dağların teşekkülünden evvelki jeolojik zamana, üçüncü arz devrine tesadüf ediyordu. Mu ormanlarında ve sularında bu devrin hayvanları yaşıyordu. Mu insanları her nevi hayvanı muti bir hale getirmenin yolunu biliyorlardı. Koca kıtayı pek düzgün yollar ile kurşuni örümcek ağını örnek tutarak örmüşlerdi. Yollar nereden başlar, nerede biter, kestirilemez idi. O kadar mükemmel yapılmışlardı ki, kalıntıları karşısında günümüzün mühendisleri, kaldırım ustaları gözlerine inanamamaktadırlar. Main şeklindeki kaldırım taşları yan yana konuvermiş değil, birbirine kopmayacak surette eklenmiştir. Ne taraftan bakılsa kenarlar hattı müstakim teşkil eder.’
‘Mu kıtası ahalisi, bir hükümetin idaresi altında on kabileden terekküp ediyordu. Hükümet reisine Mu’nun güneşi: tacı, hükümdarı,,hâkimi, emîri mânasına Ra-Mu deniyordu. Ramu’lar ahaliyi Tanrı’nın vahiy ettiği mukaddes yazılar ahkâmına göre idare ediyorlardı. Reisler halka karşı vazifesini müdrik, müşfik, halk reislere karşı içten gelen bir istekle hürmetkar idi. Emir etsin, yahut emre tâbi olsun bütün Mu sakinleri tek Tanrıya inanıyordu. Ve yine en ekseriyetli bilgi olacaktır ki; İslamiyette geçen ''subhaneke'' kelimesi Naakal'de Sübhaneke olarak geçmektedir.
Oğuzhan Koç - Anadolu Tarih
Naacal AcademyTurklerin Kulturel ve Kozmik KokenleriAtaturk ve Mu
Medet medet bu cihanun yıkıldı bir yanı
Ecel celalileri aldı Mustafa hanı.
Tutuldu mihr-i cemali bozuldı erkanı
Vebalde koydular al ile Al-i Osmanı
Geçerler idi geçende o merd-i meydanı
Felek o canibe döndürdü şah-ı devranı
Yalancının kuru bühtanı buğz-ı pinhanı
Akıttı yaşımızı yaktı nar-ı hicranı
Nolaydı görmeyeydi bu macerayı gözüm
Yazıklar ana reva görmedi bu rayı gözüm
Sipihrin ayinesinde göründü ruy-ı fena
Kodı bu kesret-i dünyayı etti azm-i beka
Hayat-ı bakiyeye erdi ruhu ey Yahya
Şefii ruh-ı Muhammed, refik-i Zat-ı Huda
Ilahi, Cennet-i firdevs ana durağ olsun
Nizam-ı Alem olan padişah sağ olsun
Şehzade Mustafa Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan olmayan iki oğlundan biridir. Şehzade Mehmet kendi eceli ile öldükten sonra Hürrem Sultan için kendi oğlu Şehzade Bayezid’e tek rakip olarak Şehzade Mustafa kalmıştır.
Şehzade Mustafa çok iyi eğitilmiş bir şehzade, çok cesur ve başarılı bir askerdi de aynı zamanda. Halk ve asker nezlinde de çok sevilirdi.
Hürrem Sultan ve damadı Damat Rüstem Şehzade Bayezid’i tahta çıkarmak için saray da ve devlet erkanı içinde entrikalar yaratarak Şehzade Mustafa’nın Kanuni’yi devirerek tahta geçeceğini iddaa ederler. Hürrem tarafından da zehirlenen Kanuni, kimi tarihçilere göre entrika olduğundan haberdar olmasına rağmen devletin bekâsı için, kimi tarihçilere görede haberdar olmadan kendi iktidarı için Şehzade Mustafa’nın öldürülmesini emretmiştir.
Savaş sebebiyle Konya’da bulunan bir otağa çağrılan Şehzade Mustafa, yine kimi iddaalara göre olacaklardan haberdar olmasına karşın padişaha karşı gelmek istememesinden otağa gitmiştir, padişahı yerinde bulamaz ve üzerine atlayan iki cellatla müzadele ederek kurtulmaya başarır. Daha sonra gelen cellatları deviremez ve şehzadelerin öldürülmesinde kullanılan domuz bağırsağından halatla 38 yaşında boğularak öldürülür.
Şehzade Mustafa öldürüldükten sonra Hürrem Sultan’ın oğlu Şehzade Bayezid bazı politik ve askeri hatalar yaparak padişahın gözünden düşmüş ve daha sonra bizzat İran şahı tarafından öldürülmüştür. Şehzade Bayezid’in de ölümünden de sonra taht Kanuni’nin oğulları arasındaki Sarı Selim’e kalmıştır.
Kırkaltı yıl süren devrinin bir evlâddan ziyade devlet reisi olacak anlayışıyla yetiştirilen şehzadeler, bu uzun saltanat dönemini sabırla bekleme gücünü gösteremediler. Şehzade katliyle padişahı suçlayanlar, hiç de şehzadelerin sabırsızlığını göz önüne almadılar ve târih yorumlarını yaptıkları istikamet tabiatıyla doğru bir neticeye varamadı.
Yaşamı;
1515 yılında babası Sultan Süleyman’ın şehzadeliği sırasında Manisa’da dünyaya geldi. Dedesi Yavuz Sultan Selim’in 1520’de hayatını kaybetmesi üzerine Osmanlı tahtına oturmak üzere İstanbul’a giden babasını yanında İstanbul’a gitti.
Hürrem Sultan’ın babasının sarayına girmesinden sonra annesi Mahidevran ile Kanuni’ye dört şehzade daha doğuran Hürrem Sultan arasında, Kanuni’den sonra kendi oğullarının tahta çıkmasını sağlamak için büyük bir mücadele yaşandı.
Şehzade Mustafa, 1533 -1541 arasında Saruhan Sancak Beyi olarak görev yaptı. Saruhan (Manisa), padişah adayının görev yaptığı yer kabul edilirdi. 1541’de Amasya Sancak beyliğine atandı; Saruhan Sancak Beyliğine ise kardeşi Şehzade Mehmet getirildi. Şehzade Mehmet’in beklenmedik şekilde 1543’te ölümünden sonra Saruhan Sancak Beyliğine Şehzade Selim getirilirken; Şehzade Mustafa ise Konya Sancak beyliğine atandı.
Kırım’lı Fülhane hatun ile evli olupMehmet ve Ahmet isimli iki de evladı vardı…
Şehzade Mustafa iyi bir asker, iyi bir devlet adamı olmanın yanı sıra iyi de bir şairdi…Muhlisi mahlası ile şiirler yazardı, aynı zamanda Hattat’tı.
Babası’nın Irak, Korfu ve Boğdan seferlerinde Anadolu Muhafızı, Avrupa seferinde de İstanbul Muhafızı oldu.
Birçok kişinin Muhteşem Yüzyıl adlı tv dizisi ile varlığından haberdar olduğu Şehzade Mustafa yukarıda da bahsettiğimiz üzre hem fiziki hem de mizaç olarak dedesi Yavuz Selim’e benzemesine rağmen, dedesinin izinden gitmemiş, babasına hiçbir şekilde başkaldırmamış ve hep sadık kalmıştır…
Katledilirken bile…
Pek tabi hemen hemen tüm tarihi kaynaklar Musrafa’nın katlinde hep HürremSultan’ı sorumlu göstermektedir. lakin bu elim olayda yegane suçlu Hürrem sultan ve onun bir türlü dizginlenemeyen taht hırsı değildir.
Mustafa’nın katlinin esasen baş sorumlusu bizzat babası Sultan Süleyman’dır..Sultan Süleyman’da ne yazık ki Mustafa’yı, kendi öz oğlunu kıskanmış, ordu, özellikle yeniçeri ve sipahiler tarafından sevilmesi ve Türkmenlerin o’na olan sadakati ve sevgisini hep kıskanmıştır. Dolayısıyla karısı Hürrem Sultan ve damadı Rüstem Paşa’nın tertipledikleri bu tezgaha bir şekilde hem ortak olmuş, hem de göz yummuştur Kanuni(!)…
Kaynaklara göre pek çok devlet adamının gözünde, Şehzade Mehmet’ten sonra veliahtlığa Şehzade Mustafa layık görülmekteydi. Taht yarışında Mustafa’yı bertaraf edebilmek için Hürrem Sultan’ın emri ile Sadrazam Damat Rüstem Paşa tarafından sahte mektuplar ürettiği düşünülür. Bu mektuplar, Şehzade Mustafa’nın babası hayatta iken onun tahtına göz diktiğini gösterir niteliktedir. Başlangıçta iddialara inanmayan Kanuni, Nahçiven Seferi’ne çıktığında Konya Ereğlisi tarafında (bugünküAkhüyük Köyü) konakladığı sırada el öpmeye gelen Şehzade Mustafa’yı orada boğdurdu. Şehzade’nin saray hademelerinden Zal Mahmut Ağa’nın arkadan saldırması sonucu hayatını kaybettiği düşünülür. Cesedi çadırın önüne asılmış, cenazesi daha sonra Bursa’ya gönderilerek II. Murat türbesi yakınına defnedilmiştir. Şehzade Mustafa’nın türbesi, 1555 yılında kardeşi Şehzade Selim tarafından yaptırılmıştır.
Şehzade’nin katlinin elim bir olaya dönüşmesinin bir başka sebebi de, binlerce yıllık Türk Töre’sinde o güne kadar katledilen, yahut ölüm emri infaz edilen hiçbir hanedan mensubu’nun kanının akıtılmayışıdır.
Lakin Mustafa katledilirken cellatlarına karşı koymuş, güçlü kuvvetli olduğundan infazı gerçekleştirmekle memur edilen 3 cellat o’na güç yettirememiş ve bir türlü o’nu boğmayı başaramamışlardır. şehzade kendine saldıran cellatları halt etmiş iken Zal Mahmut Ağa şehzadeye arkadan hamle etmiş ve onun dengesinin bozulmasına sebep olmuş, bunun üzerine cellatlardan biri baltasına davranarak Mustafa’nın göğsüne 2 darbe indirmiş, mazlum Şehzade’nin kanı akıtılarak yaralanması sağlanmış ve güçsüz düşüp takati kalmadığında boğazından ilmek geçirilerek boğulmasına mazhar olunmuştur…
Oğuzhan Koç - Anadolu Tarih
Anadolu Tarih olarak Matrakçı Nasuh Efendi Tarihçesinden ve İlber Ortaylı^nın Tarihin Arka Odası programında alıntı yaptığı kaynaklardan alıntılanmış olup, İmtiyaz sahibi Oğuzhan Koç tarafından tarihi gerçekler ışığında yorumlanmıştır.
Pearl Harbor Saldırısı (Anadolu Tarih)
7 Aralık 1941, Amerikalıların yüreklerini sonsuza dek acıyla dolduracak bir tarihtir. Başkan Franklin D. Roosevelt bunu “şerefsizlik tarihinde yaşayacak bir gün” olarak nitelemiştir. Bu tarihte, Japon uçakları bir anda göklerin maviliğinde belirip Amerikalıların Pearl Harbor’daki donanmasını bombalamıştı. Büyük bir uçak gemisi filosundan havalanan 400 uçak Hawaii’nin Oahu adasına hiç beklenmedik bir şekilde ölüm yağdırmıştı.
Peki, Pearl Harbor baskını neden yapılmıştı? 1937 yılında Japonya’nın Çin’i işgal etmeye başlamasıyla ABD’nin Çin’deki çıkarlarına büyük zarar vermiş, ABD’nin tepki göstermesi ise fazla gecikmemişti. Özellikle, Japon işgaline karşı savaşan Çinlilerin komutanı olan Çan Kay Şek’e verilen destek Japonları son derece sinirlendirmiş, iki ülke arasındaki soğuk rüzgarlar sertleşmeye başlamıştı. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle durum daha da kötüleşti. Batılı ülkelerin II. Dünya Savaşı nedeniyle birbirleriyle uğraşmasından yararlanan Japonya Asya’daki emperyalist yayılmasına hız verince ABD ile olan çıkar çatışmaları daha da büyüdü.
Fakat ABD’nin tepki göstermesinde en büyük gelişme, Japonya’nın 27 Eylül 1940’da Almanya ve İtalya ile Üçlü Pakt’a imza atmasıydı. Bu, doğrudan doğruya ABD’ye yönelik bir tehditti. Çünkü Fransa’nın düşmesinin ardından Avrupa’da Hitler’e karşı koyan tek güç İngiltere kalmış ve ABD İngiltere’yi destekleme kararı almıştı. 1941 Nisan’ında ABD’liler ortamı yumuşatmak için Japonlarla diplomatik görüşme yapmaya çalıştıysa da, Japonlar bu yeni politikayı ABD’nin zafiyet göstergesi olarak yorumladı; ABD’nin Çin’e ve İngiltere’ye yaptığı yardımlara bir an önce son vermesini istedi. ABD’nin tepkisi ise çok daha sertti: Panama Kanalı’nı Japon gemilerine kapattı, ülkesindeki tüm Japon alacak ve mallarını dondurdu, Japonya ile yapılacak ticareti sıkı bir denetim altına aldı. Japonya’ya hurda metal ve petrol ihracatı da yasaklanmıştı. Oysa Japonya petrol ithalatının neredeyse %80’ini ABD’den gerçekleştiriyordu.
ABD’nin verdiği Hull Notası Japonlar tarafından ültimatom olarak değerlendirilince tüm diplomatik görüşmeler sona erdi. Artık köprüler atılmıştı… Japonya, Pearl Harbor Saldırısının Planlarına Başlıyor Japonların Pasifik’te Amerikalıları ağır bir yenilgiye uğratma planı, 1941 yılının Kasım ayı ortalarında uygulamaya konulmuştu. Hull Notası’nın ardından Japon Amiral Yamamato ABD ile bir savaşın ufukta olduğunu anladığından harekat planı hazırlıklarına başlamıştı. Plan, beklenmedik ve ani bir saldırı üzerine geliştirilmiş ve temel hedefi ABD’nin Pasifik donanmasını yok etmeye yönelikti. Eğer ABD’nin Pasifik donanması yok edilirse ABD’nin toparlanabilmesi en az bir yıl sürecekti ve bu süre Japonya’ya çok rahat hareket etme alanı sağlayacaktı.
Japonya’daki Amerikan ajanları, Japon donanmasının büyük gemileri, birer birer bağlı bulundukları limanlardan ayrılıp kayıplara karıştıklarında durumu ABD’ye bildirmişlerdi. Gemiler, Kuzey Japonya’nın buzlu sularında uzanan bir dizi adanın arasında Tankan Körfezi’nde toplanmaktaydılar. 26 Kasım’da altı uçak gemisi, iki savaş gemisi, üç kruvazör, dokuz destroyer, sekiz tanker ve üç denizaltıdan oluşan filo yola çıktı. Beşi mini denizaltılar taşıyan 25 denizaltılık bir öncü kuvveti, daha önce yola çıkmıştı. Filonun önünde, aşılacak koskoca Pasifik Okyanusu vardı ve görevin başarılması için filonun varlığının bile bilinmemesi gerekiyordu.
Bu yüzden telsiz konuşmaları yasaklandı, denize çöp dökülmedi, az duman çıkaran yakıtlar kullanıldı ve karartma yasağına kesinlikle uyuldu. Japonya sularında kalan diğer gemiler, Birleşik Devletler ajanlarının, tüm filonun bölgede olmadığını anlamamaları için birbirleriyle haberleşmelerini arttırdılar. 1 Aralık’ta Tokyo’dan esrarengiz bir mesaj yayımlandı: “Niitaka Dağı’na tırmanın.” Bunun ne anlama geldiğini yalnızca vurucu filonun komutanı Tümamiral Chuichi Nagumo biliyordu. İmparatorluk Konseyi, savaş kararı almıştı. Pearl Harbor baskını yapılacaktı. Yine de komutana verilen emir kesindi. 6 Aralık gününe kadar filo görülecek olursa, sürpriz unsurunu kaybetmiş olacağı için, geri dönecekti. 7 Aralık günü görüldüğü takdirde, baskını yapıp yapmama karan komutana bırakılıyordu. Baskın günü ve saati olarak 7 Aralık pazar, saat 08.00 seçilmişti. Washington savaş ilanına karşı hazırlıklıydı. Amerikalılar, Tokyo ile Washington’daki Japon Büyükelçiliği arasındaki haberleşme şifresini çözmüşlerdi.
Japon elçisi tarafından kendilerine verilecek notayı da ele geçirmiş bulunuyorlardı. Bir savaş ilânı olan bu nota, Amerika’yı İkinci Dünya Savaşı’na sokacaktı. Hawaii’ ye saldırdıkları anda notayı da vermek, o garip Japon şeref duygusunu tatmin etmiş olacaktı. Ancak notayı verme emrini, Tokyo’dan zamanında alamamışlardı. Böylece, 7 Aralık sabahı Hawaii Adalarındaki Amerikalılar, Japonlar için bir hedef oluşturduklarını bilmiyorlardı. Savaş ilan edildiği takdirde Hawaii’nin sivil Japonlarının sabotajlara başlayacağından korkuluyordu. Ama Pearl Harbor’un ilk ateş hattında olması diye bir şey akla bile gelmezdi. 7 Aralık sabahı erken saatlerde Amerikan askeri personeli, Honolulu’nun cumartesi gecesi partilerinden ve danslarından yorgun dönüp yatmışlardı. Bu sırada, Japon öncü gücünün iki düzüne denizaltısı Pearl Harbor’u sarmaktaydı. Bunların görevi kaçmaya çalışan gemileri torpillemekti.
Beş denizaltıdan çıkan ikişer kişilik mini denizaltılarda, ikişer torpil bulunuyordu. Bunlar da uçak saldırısı başladığı anda limana girip gemileri törpüleyeceklerdi. Amerikalıları uyandırması gereken bir uyarı daha vardı. Saat 3.30’da Condor mayın temizleme gemisi Pearl Harbour limanına doğru yaklaşan bir periskop görmüştü. Limanın hemen dışında devriye görevinde olan Condor, Ward destroyerine işaret vermiş, savaş alarmına geçilmişti. Ama denizaltı bir daha görülmeyince bir saat sonra alarm kaldırılmıştı. Sabah saat beşten az önce Condor devriye nöbetini bıraktı. Limanın ağzındaki denizaltı ağı, geminin girmesi için açıldı. Birkaç saat içinde limana girip çıkacak gemi olduğundan, ağ açık bırakıldı. Böylece Pearl Harbor’da yatan 96 savaş gemisine doğru zaten yol almakta olan mini denizaltıların yolu, tümüyle açılmıştı. Ne Condor, ne de Ward denizaltıyı gördüklerini bildirmedikleri için ağı kapatmak için bir neden görülmemişti.
Saat 6.00’da Oahu’nun 250 mil kuzeyinde altı Japon uçak gemisi burunlarını rüzgâra verdiler ve uçak filoları sevinç çığlıklarıyla havalandılar. Plana göre iki dalga halinde 350 uçak, biri saat 6’da, diğeri 7’de olmak üzere havalanacaktı. Diğer 80 uçak ise, keşif ve donanmayı savunma görevlerini üstleneceklerdi. Pearl Harbor’un büyük bir bölümü uykudaydı. Saat 6.45’te savaşın ilk mermisi atıldı. Hâlâ devriye nöbetinde olan Ward, liman girişinde bir mini denizaltı görmüş ve ateşe başlamıştı. Sonra denizaltıya bindirmek istermiş gibi üzerine doğru yol aldı ve yanından geçerken bir su bombası attı. Denizaltı havaya uçtu. Daha sonra ikinci bir denizaltı daha görüldü. Atılan bombalarla bunun da batırıldığı sanıldı. Saat 7’yi bir kaç dakika geçe ikinci Japon uçağı dalgası da havalanmıştı.
Ward kıyıya, denizaltılarla çatışmasını, ikisi de şifreli, iki mesajla bildirdi. Fakat şifre çözmedeki gecikmeler yüzünden, ilk mesaj, Pearl Harbor’daki Amerikan deniz üssünde görevli tek kişiye, ancak saat 7.15’te gelebildi. Yedek Yarbay Harold Kaminsky, üst rütbe subaylarından bir ikisini uyandırabilmek için yirmi dakika uğraştı. Pearl Harbor’daki savaş gemilerinde ise, yalnızca bayrak çekme işiyle uğraşılmaktaydı. Saat yediden az önce gelen bir uyarı daha boşa çıktı. Oahu’daki kara kuvvetleri radar istasyonları kuzeyden gelen iki uçak saptamışlardı. Bunlar, hiç kuşkusuz diğer uçakların önünde uçan Japon keşif uçaklarıydı. Raporlar adanın haber merkezine iletildi. Ancak ne yazık ki, saat yedide herkes kahvaltıda olurdu. Bu yüzden bu bir saatlik tehlike uyarısı da savsaklanmış oldu.
Oahu adasının kuzey ucundaki Opana radar istasyonu, saat 7.05’te büyük bir saldırının başlamak üzere olduğu işaretini almıştı artık. Ekranda düzinelerce uçak görünüyordu. Opana’dakilerin de kahvaltıda olmaları gerekirdi, ama onlar 100 mil ilerdeki bu büyük tehlikeyi saptamak için ekranlarının başından ayrılmadılar. Raporlarını hemen haberalma merkezine ilettiler. Ancak merkez, kahvaltı için kapanmış sayılırdı; görevde olan iki kişiden biri telefon memuru, diğeri de gidip kahvesini içmek için sabırsızlanan bir subaydı. Opana’daki radarcılar raporlarının önemsenmemesine kızarak radarlarını kapatıp kahvaltıya gittiler. Japon uçakları kıyıya yaklaşmıştı artık. Pearl Harbor’da yatan Nevada gemisinde bayrak çekilirken bando Amerikan ulusal marşını çalmaya başlamıştı. Tam o anda gökyüzünde, kanatlarında parlak kırmızı birer daire bulunan bir uçak belirdi.
Yarbay Mitsuo Fuchida komutasındaki ilk Japon saldırı filosu, genel saldırı anlamına gelen “To To To” ile Pearl Harbor’a saldırmaya başlamıştı. İlk uçak bir torpil fırlatıp Nevada’nın güvertesini sıyırarak geçip gitti. Uçağın arka makineli tüfekçisi, bandoya ateş ettiyse de ancak bayrağı parçalayabildi. Bando, marşı bitirdikten sonra kaçtı. Saat tam 7.55’ti. Saat 08.00’de Washington’a, Atlantik ve Pasifik Filolarına ve denizdeki bütün ABD savaş gemilerine bir mesaj yayınlanıyordu: “Pearl Harbor’a hava baskını yapıldı… Bu manevra değildir.” Bundan sonraki iki saat boyunca dalga dalga gelen bombardıman uçakları, Pearl Harbor ile çevresindeki hava üslerini altüst etti. Çoğu yerde olmak üzere, 200’e yakın Amerikan uçağı yok edildi
Saldırının ortasında Oahu’ya bir görevden dönen bir Amerikan B-17 filosu, kendisini karışıklığın içinde buldu, imkân olan her yere inmeye çalıştı. Japonlar 30 uçak, beş mini denizaltı ve bir denizaltı ile 100 insan kaybetmişlerdi. Baskın unsurunu çok iyi kullanabildikleri için kayıpları bu kadar azdı. Uyarılara aldırış etmeyen Amerikalıların kayıpları ise korkunçtu. Pearl Harbor’da yanan petrolden yükselen kara dumanlar, olayı gözlerden saklamaktaydı. Oklahoma savaş gemisi beş torpil yemiş, batmıştı. Arizona bir tek bombayla havaya uçmuştu. 1100 kişi ölmüştü. Diğer üç savaş gemisi ağır yara almışlarsa da, daha sonra onarılabilmişlerdir.
West Virginia altı torpil yiyerek batmıştı. Bir torpil ve iki bomba yiyen Nevada alevler içinde liman ağzından dışarı çıkmaya çalışmış, ama karaya oturmuştu. Tennessee, Pennsylvania ve Maryland gemileri de hasar görmüşlerdi. Hedef gemisi Utah batmıştı. Helena kruvazörü de. Helena o kadar kuvvetli patlamıştı ki, patlamanın şiddeti yanındaki mayın gemisi Oglala’yı da batırmıştı. Shaw, Cassin ve Downes havuzda batırılmışlardı. Raleigh isabet almış ama batmamış,
Honolulu kruvazörü saf dışı kalmıştı. Yaklaşık 90 dakika süren ve iki dalgadan oluşan saldırıda 68 sivil ve 2335 Amerikan denizcisi olmak üzere 2403 Amerikalı yaşamlarını yitirmiş, 1143 asker ve 35 sivil yaralanmıştı. Amerikalıların yarısı Arizona ile sulara gömülmüş bulunuyordu. Japonların bu saldırılar sırasındaki en büyük hatası ise birçok tarihçiye göre yalnızca savaş gemilerine yoğunlaşıp adadaki yakıt tanklarına ya da tamir atölyelerine karşı bir saldırı da bulunmamasıydı. Oysa bu binalara yapılacak bir saldırı ABD’yi çok daha zor durumda bırakabilirdi.
Çünkü ABD’nin Hawaii dışındaki en yakın lojistik destek sağlayabileceği yer binlerce kilometre uzaktaki ABD anakarasındaki topraklarındaydı. Pearl Harbor saldırısı askeri doktrinde büyük değişikliklere neden oldu. Bu saldırı sonrası uçak gemileri deniz savaşlarının ana unsuru haline geldi, muharebe gemileri büyük çapta gözden düştü.
Oğuzhan Koç - Serenti