YALNIZ ŞEHZADE MUSTAFA MI?
YA ŞEHZADE BAYEZİD?
(-Bayezîd'ine kıyar mısın benim canım baba!)
Mustafa, ilk eşi Gülbahar Sultan da denilen Mahidevran’dan olma en büyük oğluydu. Talihsiz Şehzade Mustafa civan, cihangir, mert; gözde; bedence veyapıca tıpkı babasına benziyor ve onun yerine geçecek kişi gözüyle bakılıyordu. Ancak kanlı bir oyunun so
nrasında, babasının fermanıyla dilsiz cellatların elinde can ver verdi.
O yedi cihanın sultanı; Kanuni Sultan Süleyman Han’dı…
Bunun dışında yedi oğlu daha dünyaya gelmişti ama; bunların dördü küçük yaşta ölmüşlerdi. Şehzade Mustafa öldürüldüğü zaman Selim, Bayezid ve Cihangir hayattaydı.
Mustafa ölmüştü…
Onu seven pek çok kişinin ruh dünyasında büyük kırılmalar yaşanmıştı. Yeniçerilerin önemli bir kısmı homurdanıyor; Kanuni’ye diş biliyorlardı.
Kanuni, Mustafa’nın yandaşı olan kesim ve kişilerin gönlünü almak için onlara değerli armağanlar dağıtarak, gönüllerini almaya, olası bir kargaşanın önüne geçmek için çabalıyordu.
Artan vergiler; yoğun geçim sıkıntıları homurtuları daha da artırmıştı. Bu arada Kanuni karşıtları, onun tahtını sarsmak için, tıpkı Şehzade Mustafa’ya benzeyen bir kölenin etrafında birleşerek; sanki Mustafa ölmemiş de bir iktidar mücadelesine girmemiş gibi büyük bir kalkışmaya yöneldiler.
Tarihe Düzmece Mustafa Olayı diye geçen bu olay, önemli bir tehdit altına geldiğinde; Kanuni Sultan Süleyman oğullarından Bayezit’i, onun ayaklanma karşısında pek başarılı olmayışı sonrasında da ünlü sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’yı ayaklanmacıların üzerine gönderdi. Sonunda Düzmece Mustafa Ayaklanması’na önderlik eden kişi, büyük bir komplo tuzağıyla ele geçirildi ve bir arife günü, işkenceler altında can verdi.
Bu nasıl bir şeydi?
Sanki günahsız Şehzade Mustafa’nın ruhu, dipdiri Sultan Süleyman’ın tahtının ensesindeydi. Bu olay, yalnız toplumun önemli bir kesiminde değil; hayatta olan diğer oğulları arasında da önemli bir vehim yarattı.
Yaşlı Sultan yarın ölüp gittiğinde, kim saltanat makamına oturacak ve hükümdar olacaktı?
Cihangir bu yarışta yer alamadı; çünkü beklenmedik bir anda ölüverdi. Şimdi geriye iki oğlu kalmıştı: Şehzade Selim ve Şehzade Bayezit…
Bu iki oğlunun annesi de Hürrem Sultan’dı. Hürrem, artık yaşlılık döneminde açıkça ortaya çıkan bu taht kavgasında taraf tutmuyormuş gibi görünmekle birlikte, gönlü Bayezit’ten yanaydı. Şehzade Selim değişik şirretlikleriyle biliniyordu. İçine kapanık, durgun ve çekingen görünen bir yapısı olmakla birlikte; nedimeler arasında zevk’ü safaya düşkündü. Koca karınlı, şiş yanaklı, kızarık suratlıydı. Bu nedenle kendisine halk arasında “Arap Selim” de deniyordu. Buna karşın; Nahçivan seferinde babasının yanında bulunmuş, uysal görüntüsüyle babasının takdirini kazanmıştı.
Beyazıt ise, Düzmece Mustafa olayındaki başarısızlığı nedeniyle Kanuni’nin aklında soru işaretleri bırakmıştı. Bu ayaklanmada Bayezit’in rolü olacağı kuşkusu içine düşmüştü bir kez...
Ancak ağabeyi Selim’in yerine o; şair ruhlu, zeki, cesur, mert, azimli ve kahraman ruhluydu. Ulema, Selim’dense, Bayezid’in olmasını istiyor; üstelik ihsanda ve ikramda pek cömert olan Bayezit, onu tutanların gözünde yüceliyordu. Hicaz’a cömertçe yardımlarda bulunuyor; çevresini beslemekte pek cömert davranıyor; bütcesi yetmediği anda anası Hürrem’e başvuruyor, paraya pek para demiyordu.
Baba Süleyman Muhibbi mahlasıyla; oğul Bayezid de Şahi mahlasıyla şiirler yazıyorlardı…
Şair ruhlu baba ve oğul…
Beyazıt’ın bu gösterişli ve çevresini gittikçe genişleten yaşantısına bakarak Sultan’ın kuşkuları daha da artmıştı. Artık iki kardeş arasındaki kavga açıkça ortaya çıkmıştı. Kanuni oğulları arasındaki bu çekişmeden rahatsız oluyor; birini Manisa’dan alıp Konya’ya, ötekini Kütahya’dan alıp Amasya’ya sürerek, önlemler almaya çalışıyordu.
Şehzade Selim, Konya’ya gitmeden önce gelip Bursa’ya yerleşti. Buna karşılık daha asi ruhlu olan Bayezit’e ise Kanuni bir irade göndererek, Amasya’ya gitmesini istiyordu. Bu olay; Bayezit’i iyice kuşkulandırdı. Yarın babasına bir hal olsa, ağabeyi Selim kendinden daha önce İstanbul’a ulaşır, üstelik büyük erkek evlat olduğu için, tahta kolaylıkla tahtın sahibi olabilirdi.
Bu nedenle Bayezit Amasya’ya gitmemek için babasına türlü diller döktü; hasta olduğunu ileri sürdü; başka yerlere gönderilmesini istedi. O, Amasya’dan kalkıp İstanbul’a gitmeden; Bursa’dan ağabeyinin derhal bir engel olarak karşısına çıkabileceğini ve bu mücadeleyi kaybedebileceğini düşünüyordu. Selim’in ortaya dökülen serkeşliğini abartılı jurnallerle babasına yazarak, fuhuşta vi içkide adı ortaya çıkmış Selim’i kötüleyecek nice mektuplar yazdı.
Ancak Kanuni Nuh diyor peygamber demiyor; ille Kütahya’da bulunan Şehzade Bayezit’in Amasya’ya gitmesini istiyordu. Onca ayak diremenin yararı olmadığı için sonunda Bayezit yola çıktı. Ancak türlü oyalanmalarla ve yavaş yavaş; kendine bağlı bendeleriyle yavaş yavaş yol alarak…
Baba Sultan o denli kuşku içindeydi ki, oğlunun her hareketini yakından bir gölge gibi izliyor; muhtemel bir kargaşa ve kalkışmaya karşın, adeta oğlunun kuvvetlerini kendine bağlı güçlerce izletiyordu.
Sonunda Bayezit, Amasya’ya gelerek, Sancak yönetimini eline aldı.
Bundan sonra ne mi oldu?
Ok yaydan çıkmış, güven duyguları ayaklar altına düşmüştü.
Şehzade Selim ve Kanuni’ye bağlı güçler, Şehzade Bayezit’ın taht mücadelesi olasılğına karşı büyük bir güçle onun üzerine yürüdüler.
Bayezid, bir yolunu bulup kaçtı ve İran’da, Kanuni’nin can düşmanı Şah Tahmasb’a sığındı.
Bu kez diplomasi devreye girdi.
İki hükümdar; iki can düşman, Kanuni ile Tahmasb arasında Bayezit’in teslim edilmesi konusunda pazarlıklar yapıldı. Elçiler İran’a giderek, bu pazarlıklarda değişik tekliflerde bulundular.
Oldukça yüklü bir para ve bir kale karşılığında Tahmasb, Şehzade Bayezid’ı Kanuni’ye teslim etmek yolunu seçti.
Bu anlaşmadan sonra; Kanuni’ye bağlı gizli güçler, Kizvin’de bulunan Şehzade Bayezid’i öldürmek için dilsiz cellatlarla yola çıktılar.
Bu gelişmeleri tam bilmese de artık babasının kendi canına kıyacağından emin olan Bayezid; yazdığı şiirlerle ona şöyle sesleniyordu:
Ey seraser âleme Sultan Süleyman'ım baba,
Tende Canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezîd'ine kıyar mısın benim canım baba
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.
Sultan Süleyman’a bu mısralar ulaştığında o da oturup oğluna şu mısralarla karşılıklar veriyordu:
''Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyânım oğul
Takmıyan boynuna her giz tavk-ı fermânım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezîd Hânım oğul
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul''
Sonuç ne mi oldu?
Arada taht, saltanat ve erk mücadelesi olduğu için, değişmeyen kurallar kendini göstermekte geri kalmadı:
25 Eylül 1561 günü Kanuni ile anlaşmış olan Şah Tahmasb’ın göz yummasıyla; 36 yaşındaki Şehzade Beyazıt ve oğulları 16 yaşındaki oğlu Orhan Kizvin’de boğularak öldürüldü. Bayezit’in naşı ve oğlunun naşları Sivas’a getirilerek buraya defnedildiler.
Bayezit’in eşi de henüz üç yaşında olan başka bir oğluyla birlikte İstanbul’a getirilip, bir kaleye hapsedildi. Bayezit’in kendisi ve oğlu Orhan’dan sonra, bu üç da acımadan bu kalede boğularak öldürüldü.
Şimdi diyeceksiniz ki; ne büyük bir trajedi ve acı bu!
Evet öyle!
Acı ve trajedik…
Kimileri de diyecek ki devletin parçalanmaması için bunlar zorunluydu…
Kimbilir!
Ancak, yine de insanın canı sıkılıyor; sanki ölüm çığlıkları o kale duvarlarına çarparak, kulaklarımızda çınlıyor...
Hiç olmazsa bunlar, bildiğimiz ölümler ve çığlıklar…
Biliyoruz, çünkü saltanat mensubular.
Ya saltanatla uzaktan yakından ilgisi olmayan sıradan insanların dramları?
Yani kulların; reayanın ve tebaanın…
Çünkü onlar sessiz yığınları oluşturuyorlar ve varlıkları kulluktan öte hiçbir anlam taşımıyordu.
İşte o devir böyle bir devirdi.
Prof. Dr. Kemal Arı
YA ŞEHZADE BAYEZİD?
(-Bayezîd'ine kıyar mısın benim canım baba!)
Mustafa, ilk eşi Gülbahar Sultan da denilen Mahidevran’dan olma en büyük oğluydu. Talihsiz Şehzade Mustafa civan, cihangir, mert; gözde; bedence veyapıca tıpkı babasına benziyor ve onun yerine geçecek kişi gözüyle bakılıyordu. Ancak kanlı bir oyunun so
nrasında, babasının fermanıyla dilsiz cellatların elinde can ver verdi.
O yedi cihanın sultanı; Kanuni Sultan Süleyman Han’dı…
Bunun dışında yedi oğlu daha dünyaya gelmişti ama; bunların dördü küçük yaşta ölmüşlerdi. Şehzade Mustafa öldürüldüğü zaman Selim, Bayezid ve Cihangir hayattaydı.
Mustafa ölmüştü…
Onu seven pek çok kişinin ruh dünyasında büyük kırılmalar yaşanmıştı. Yeniçerilerin önemli bir kısmı homurdanıyor; Kanuni’ye diş biliyorlardı.
Kanuni, Mustafa’nın yandaşı olan kesim ve kişilerin gönlünü almak için onlara değerli armağanlar dağıtarak, gönüllerini almaya, olası bir kargaşanın önüne geçmek için çabalıyordu.
Artan vergiler; yoğun geçim sıkıntıları homurtuları daha da artırmıştı. Bu arada Kanuni karşıtları, onun tahtını sarsmak için, tıpkı Şehzade Mustafa’ya benzeyen bir kölenin etrafında birleşerek; sanki Mustafa ölmemiş de bir iktidar mücadelesine girmemiş gibi büyük bir kalkışmaya yöneldiler.
Tarihe Düzmece Mustafa Olayı diye geçen bu olay, önemli bir tehdit altına geldiğinde; Kanuni Sultan Süleyman oğullarından Bayezit’i, onun ayaklanma karşısında pek başarılı olmayışı sonrasında da ünlü sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’yı ayaklanmacıların üzerine gönderdi. Sonunda Düzmece Mustafa Ayaklanması’na önderlik eden kişi, büyük bir komplo tuzağıyla ele geçirildi ve bir arife günü, işkenceler altında can verdi.
Bu nasıl bir şeydi?
Sanki günahsız Şehzade Mustafa’nın ruhu, dipdiri Sultan Süleyman’ın tahtının ensesindeydi. Bu olay, yalnız toplumun önemli bir kesiminde değil; hayatta olan diğer oğulları arasında da önemli bir vehim yarattı.
Yaşlı Sultan yarın ölüp gittiğinde, kim saltanat makamına oturacak ve hükümdar olacaktı?
Cihangir bu yarışta yer alamadı; çünkü beklenmedik bir anda ölüverdi. Şimdi geriye iki oğlu kalmıştı: Şehzade Selim ve Şehzade Bayezit…
Bu iki oğlunun annesi de Hürrem Sultan’dı. Hürrem, artık yaşlılık döneminde açıkça ortaya çıkan bu taht kavgasında taraf tutmuyormuş gibi görünmekle birlikte, gönlü Bayezit’ten yanaydı. Şehzade Selim değişik şirretlikleriyle biliniyordu. İçine kapanık, durgun ve çekingen görünen bir yapısı olmakla birlikte; nedimeler arasında zevk’ü safaya düşkündü. Koca karınlı, şiş yanaklı, kızarık suratlıydı. Bu nedenle kendisine halk arasında “Arap Selim” de deniyordu. Buna karşın; Nahçivan seferinde babasının yanında bulunmuş, uysal görüntüsüyle babasının takdirini kazanmıştı.
Beyazıt ise, Düzmece Mustafa olayındaki başarısızlığı nedeniyle Kanuni’nin aklında soru işaretleri bırakmıştı. Bu ayaklanmada Bayezit’in rolü olacağı kuşkusu içine düşmüştü bir kez...
Ancak ağabeyi Selim’in yerine o; şair ruhlu, zeki, cesur, mert, azimli ve kahraman ruhluydu. Ulema, Selim’dense, Bayezid’in olmasını istiyor; üstelik ihsanda ve ikramda pek cömert olan Bayezit, onu tutanların gözünde yüceliyordu. Hicaz’a cömertçe yardımlarda bulunuyor; çevresini beslemekte pek cömert davranıyor; bütcesi yetmediği anda anası Hürrem’e başvuruyor, paraya pek para demiyordu.
Baba Süleyman Muhibbi mahlasıyla; oğul Bayezid de Şahi mahlasıyla şiirler yazıyorlardı…
Şair ruhlu baba ve oğul…
Beyazıt’ın bu gösterişli ve çevresini gittikçe genişleten yaşantısına bakarak Sultan’ın kuşkuları daha da artmıştı. Artık iki kardeş arasındaki kavga açıkça ortaya çıkmıştı. Kanuni oğulları arasındaki bu çekişmeden rahatsız oluyor; birini Manisa’dan alıp Konya’ya, ötekini Kütahya’dan alıp Amasya’ya sürerek, önlemler almaya çalışıyordu.
Şehzade Selim, Konya’ya gitmeden önce gelip Bursa’ya yerleşti. Buna karşılık daha asi ruhlu olan Bayezit’e ise Kanuni bir irade göndererek, Amasya’ya gitmesini istiyordu. Bu olay; Bayezit’i iyice kuşkulandırdı. Yarın babasına bir hal olsa, ağabeyi Selim kendinden daha önce İstanbul’a ulaşır, üstelik büyük erkek evlat olduğu için, tahta kolaylıkla tahtın sahibi olabilirdi.
Bu nedenle Bayezit Amasya’ya gitmemek için babasına türlü diller döktü; hasta olduğunu ileri sürdü; başka yerlere gönderilmesini istedi. O, Amasya’dan kalkıp İstanbul’a gitmeden; Bursa’dan ağabeyinin derhal bir engel olarak karşısına çıkabileceğini ve bu mücadeleyi kaybedebileceğini düşünüyordu. Selim’in ortaya dökülen serkeşliğini abartılı jurnallerle babasına yazarak, fuhuşta vi içkide adı ortaya çıkmış Selim’i kötüleyecek nice mektuplar yazdı.
Ancak Kanuni Nuh diyor peygamber demiyor; ille Kütahya’da bulunan Şehzade Bayezit’in Amasya’ya gitmesini istiyordu. Onca ayak diremenin yararı olmadığı için sonunda Bayezit yola çıktı. Ancak türlü oyalanmalarla ve yavaş yavaş; kendine bağlı bendeleriyle yavaş yavaş yol alarak…
Baba Sultan o denli kuşku içindeydi ki, oğlunun her hareketini yakından bir gölge gibi izliyor; muhtemel bir kargaşa ve kalkışmaya karşın, adeta oğlunun kuvvetlerini kendine bağlı güçlerce izletiyordu.
Sonunda Bayezit, Amasya’ya gelerek, Sancak yönetimini eline aldı.
Bundan sonra ne mi oldu?
Ok yaydan çıkmış, güven duyguları ayaklar altına düşmüştü.
Şehzade Selim ve Kanuni’ye bağlı güçler, Şehzade Bayezit’ın taht mücadelesi olasılğına karşı büyük bir güçle onun üzerine yürüdüler.
Bayezid, bir yolunu bulup kaçtı ve İran’da, Kanuni’nin can düşmanı Şah Tahmasb’a sığındı.
Bu kez diplomasi devreye girdi.
İki hükümdar; iki can düşman, Kanuni ile Tahmasb arasında Bayezit’in teslim edilmesi konusunda pazarlıklar yapıldı. Elçiler İran’a giderek, bu pazarlıklarda değişik tekliflerde bulundular.
Oldukça yüklü bir para ve bir kale karşılığında Tahmasb, Şehzade Bayezid’ı Kanuni’ye teslim etmek yolunu seçti.
Bu anlaşmadan sonra; Kanuni’ye bağlı gizli güçler, Kizvin’de bulunan Şehzade Bayezid’i öldürmek için dilsiz cellatlarla yola çıktılar.
Bu gelişmeleri tam bilmese de artık babasının kendi canına kıyacağından emin olan Bayezid; yazdığı şiirlerle ona şöyle sesleniyordu:
Ey seraser âleme Sultan Süleyman'ım baba,
Tende Canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezîd'ine kıyar mısın benim canım baba
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.
Sultan Süleyman’a bu mısralar ulaştığında o da oturup oğluna şu mısralarla karşılıklar veriyordu:
''Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyânım oğul
Takmıyan boynuna her giz tavk-ı fermânım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezîd Hânım oğul
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul''
Sonuç ne mi oldu?
Arada taht, saltanat ve erk mücadelesi olduğu için, değişmeyen kurallar kendini göstermekte geri kalmadı:
25 Eylül 1561 günü Kanuni ile anlaşmış olan Şah Tahmasb’ın göz yummasıyla; 36 yaşındaki Şehzade Beyazıt ve oğulları 16 yaşındaki oğlu Orhan Kizvin’de boğularak öldürüldü. Bayezit’in naşı ve oğlunun naşları Sivas’a getirilerek buraya defnedildiler.
Bayezit’in eşi de henüz üç yaşında olan başka bir oğluyla birlikte İstanbul’a getirilip, bir kaleye hapsedildi. Bayezit’in kendisi ve oğlu Orhan’dan sonra, bu üç da acımadan bu kalede boğularak öldürüldü.
Şimdi diyeceksiniz ki; ne büyük bir trajedi ve acı bu!
Evet öyle!
Acı ve trajedik…
Kimileri de diyecek ki devletin parçalanmaması için bunlar zorunluydu…
Kimbilir!
Ancak, yine de insanın canı sıkılıyor; sanki ölüm çığlıkları o kale duvarlarına çarparak, kulaklarımızda çınlıyor...
Hiç olmazsa bunlar, bildiğimiz ölümler ve çığlıklar…
Biliyoruz, çünkü saltanat mensubular.
Ya saltanatla uzaktan yakından ilgisi olmayan sıradan insanların dramları?
Yani kulların; reayanın ve tebaanın…
Çünkü onlar sessiz yığınları oluşturuyorlar ve varlıkları kulluktan öte hiçbir anlam taşımıyordu.
İşte o devir böyle bir devirdi.
Prof. Dr. Kemal Arı