Öğrenilmiş Çaresizlik

By Oguzhan Koc - 15 Şubat

S

evgili dostlar, bugün sizlere ne bir tarihi olayı değerlendireceğim ne de bir dönem üzerine yapılmış bir mülakatı aktaracağım. Bugünkü konum başlıktan da anlayacağımız üzere öğrenilmiş çaresizlik. Tabii tarih ışığında. Blog tasarımını değiştirmem ve gelen bir kaç öneri ile artık yazılarımda duygusal yönümü de yansıtacağım. Bu nedenle konu olarak bu konuyu seçtim.




Şunu da yadsımamak lazım. Ben ne bir sosyolog ne de bir psikolojik rehber danışmanım, Hiçbir durumda konu üzerine onlar kadar yorum yapamam. Ama kendi düşüncelerimi de aktarmadan edemeyeceğim.





Dostlar benim öğrenilmiş çaresizliğim okumama hastalığı olacak. Tarih okumamak, edebiyat okumamak, bir filmi, bir müziği okumamak olarak karşımızda büyük bir sorun olarak özellikle...

Tabi şuan bu yazıyı okuyorsanız bir tarih blogundasınız ve ben bu işin tarihi boyutuna değineceğim.























Geçmişin İzinde...




Dostlar, geçmişini bilmeyen milletler, kör bir karanlıktadır, kendi geleceklerini tayin edemezler, der bir çok tarihçi... Doğru da söylemişler. Bu bağlamda biz büyük Türk milleti olarak tarihimizi ne kadar okuyoruz, geçiyorum bu bahsi, tarihimizi ne kadar biliyoruz? Bence Büyük Taarruz'u falan önce geçelim. Oralara nerelerden geldiğimizi bilmek önemli değil mi? Büyük Taarruz bizlerin şuan modern cephe savaşlarındaki savunma savaşını bir kenara bırakışımızın resmi aslında. Ya da başka bir değişle günümüzün izinde de son saldırımız mıdır? Kıbrıs Zaferini saymazsak öyle... Peki o günlere nerelerden geldiğimiz noktasında biraz tarih serüveni yapmamız gerekirse, Atilla gibi Alparslan gibi büyük serdarlara değinmeden geçmeliyim çünkü konu oldukça uzun olacak nitelikte... Velhasıl gün oldu bir saatte Layoş'u, Ferdinand'ı dize getirdik, gün oldu bir yeniçeriye söz geçiremedik. Sizler de duymuşsunuzdur, cacığı yağı eksik diye isyan eden yeniçerileri... O günlerden bugünlere geldik elbette kolay olmadı biliyoruz hepimizde...




Bu bağlamda ben en kritik eşiğin Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra tahta II.Selim'in geçmesinde görüyorum. Körü körüne Şehzade Mustafa hayranlığı yapmak elbetteki yanlış ama o dönem için yerine Şehzade Bayezid'i görsek sanırım işler daha da farklı olabilirdi. Evet Yavuz Sultan Selim ağzına kadar dolu bir hazine bıraktı, Kanuni ise Belgrad gibi muazzam karakollar kazandırdı. Üzüntümüzün neşrettiği nokta ne yazık ki bu. Otronto Seferi'nin devam etmeyişi ya da II.Selim'in sakin bir saltanat icra etmesi gibi süreçler bizi Viyana surlarının önüne getirdi. Yazık tarih bizimle değildi.







Kutsal İttifak'ın Bugünü




Efendim hikayesi bile var. Lisedeki tarih öğretmenlerinin söylediği en büyük yalanlardan biri. Ne yazıktır ki bu yalana kendileri bile inanmışlar. Osmanlı Devleti, düzeltiyorum İmparatorluğu doğal sınırlarına ulaşmıştı. Yani daha fazla ''ge niş le ye mez di''... Ne yani, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana surları önünde kahve yudumlamak yerine biraz olsun askeri dehasını konuşturup lağım savaşlarını kazanabilseydi, Kırımdan gelen yardım gecikmeseydi, yahut Kazaklar Osmanlı Tarafında olsaydı... Binlerce madde ile arttırabiliriz bunu... Netice ile kaybettik ama kazansaydık, bugün o safsatayı söyleyecek miydi tarih öğretmenleri?




Tarih öğretmenlerimiz canımız ciğerimizdir ancak, lisede bu eşiğin doğru anlatılması gereklidir. Roma İmparatorluğu da, İskender İmparatorluğu ve dahi Atilla ve Timur İmparatorlukları dahil hepsi doğal sınırlardan dolayı değil lidersizlikten ötürü yıkılmıştır. Ve kabul edelim bizim Viyana'da bir liderimiz yoktu. Karşı tarafta ise III. Jan Sobieski ve Von Starhemberg büyük bir özveri ile bizi bekliyordu. Yapılan hatalar zinciri bizi bu noktaya getirdi dostlar. Viyana'yı tarihi güzellikleriyle birlikte teslim alalım derken canımızı zor kurtardık. Peki Roma-Germen İmparatoru surlardayken, Avusturya Arşidükü surlardayken, Mustafa Paşa çadırında neden Türk kahvesi içiyordu?




Neyse işte... Hikaye orada başlıyor. Artık Osmanlı Devleti saldırı pozisyonundan savunma pozisyonuna geçiyor ve gerileme başlıyor. Kaybedilen toprakları geri alma politikası yavaş yavaş denge politikasına evrilirken Osmanlı Devleti öyle aciz durumlara düşüyor ki, Uyvar kalesinin fethi dahi Avrupalıları şaşırtıyor. ''Uyvar Önünde Güçlü Türk'' gibisin gibi bir deyim türüyor. Doğuya yapılan bir kaç sever ile başarılı neticeler alınıyor.Hepsinde ise tablo açık. Ordularımızın başında bir lider var.Genç yaşta kaybettiğimiz Osman Han, ve Dördüncü Murat tarih sahnesinde bizlerde birer serdarız diye yer ediniyorlar. Tabi geriye dönecek olursak az bir şey, Kutsal İttifak Savaşlarında biz tam yüzyıl geriye gidiyoruz. Tablosu bile vardı.




Macaristan
Avusturya
Lehistan
Venedik
Osmanlı
Rusya









Devletimiz bunca devlet ile teker teker cephelerde savaşıyor. Ve ne yazık ki bir çok cepheden kaybettiğimiz için kaybediyoruz büyük büyük toprakları bol bol veriyoruz. Velhasıl bugün bile yürekleri acıtan bir durum bana kalırsa. Karlofça anltaşmasının acısını yüreklerde hissediyoruz derken Pasarofça, Kaynarca ve nicesiyle mahvoluyoruz.







Hafızam beni yanıtmıyorsa büyük tarihçilerin ölü doğan bir antlaşma dediği Ayesfanos Antlaşmasını anımsıyorum. Ruslar bu diplomasi zaferinin ardından İstanbul Yeşilköy'e bir abide diktirmişti. Öyle ki devletimiz o kadar güçsüz ki, ölü antlaşmanın abidesinin bile yıkımına cesaret dahi edemiyor. Binaenaleyh I.Dünya Savaşına katıldığımızın ilk günü Enver Paşa'nın emriyle o abide yıkılyır. Hem de yine Enver Paşa'nın kurduğu Ordu-Sinema dairesince yine Fuat Uzkınay tarafından bu abidenin yıkılışı ''Ayestefanostaki Rus Abidesinin Yıkılışı'' ismiyle film yapılıyor. Yine tarihiçilerce o abidenin yıkılışı halkta büyük etki yarattığı, büyük moral olduğu yazılıyor. Biz neden hala bunlarla övünemiyoruz.




Düşünelim...




Almanlar Yenildi Diye Yenik Sayıldık!




Bu cümleyi de her zaman düşünürüm. Yahu itilaf devletleri savaş öncesinde Sykes-Picot ile bizim topraklarımızı paylaşmamış mıydı? Eee o zaman savaşmasaydık neler olacaktı diye düşünüyorum. Ve yineliyorum. Defaatle onbinlerce kayıp verdiğimiz Sarıkamış Harekatı gerekliydi. Evet belki de bunun için dahi savaşa girmiş bile olabiliriz. Vilayet-i Selase diye tabir ettiğimiz yerde bir çok terörist çetenin katlettiği Türklere yardım elini ulaştırmamız gerekiyordu. Tıpkı Plevne'de 100bin asker gelecek diye Rus ordusuna direnen Gazi Osman Paşa'ya yardım ulaştırmamızın gerektiği gibi. Evet ikisinde de öldük, ama Gazi Osman Paşa'ya yardım yetiştiremedik. Ve Plevne'yi teslim ettik.




Evet Sarıkamış Harekatı çok acı bilançolara sahne oldu, ve büyük bir hayaldi. Müthiş saygı duyduğum Turgut Özakman Enver Paşa için hayalperest diyordu. Bilakis öyleydi de. Hayaller para etmedi ne yazık ki. Tabi ki sıcacık yatağımızda yatarken ''sen hayal et biz yine ölelim paşam'' demek de bana itici gelen şeylerden biri.




Konu konuyu açtı farkındayım çünkü bunlar büyük bir yara... Ve hala kapanmadı. Çanakkale Savaşı üzerine yüzlerce kitap onlarca film yapıldı, ama ne o yara kapandı, ne de çaresizliğimizi yenebildik. Çanakkale Ruhu bugün umarım vardır dostlar.

















Dönecek olursak...

Vee sonunda bu savunma cephemiz, Karlofça Savaşı ile başlayan gerilememiz sona erdi ve saldırı durumuna geçmiştik.




''Anadolu Plevne'dir!''




Eskişehir-Kütahya Savaşının kaybedilmesinin ardından Ankara'ya ilerleyen Yunan Ordusunun ilerleyişi kaygı veriyordu. Sakarya Nehrinin doğusundan Yunan ordusunun geçtiği haberleri gelmeye başlayınca




mebuslardan çatlak sesler yükselmeye başlamış ve sonunda Mustafa Kemal'e bir grup mebus paşam ne yapacağız kaybediyoruz, denildiğinde paşa ''savaşacağız'' demişti. Ama paşam geliyorlar denildiğinde ise ''olsun gelsinler, o halde biz de onları Anadolu'nun bağrına çekeriz'' demişti... Bu sözün derinliği aslında kendi öğrenilmiş çaresizliğimizi yenmemiz için bir anahtardır diye düşünüyorum.







Daha ne çaresiz anlarımız var bir bilseniz.

Merak etmeyin yazacağım.

Esen kalın...






Oğuzhan KOÇ



  • Share:

You Might Also Like

0 Yorum