M.Ö. 2500 yıllarında Mezopotamya’nın kuzeyinde16 hüküm sürmüş Kutların Türkçe konuşan bir kavim olduğu konusu bilim dünyasının aydınlattığı bir gerçektir. Kut kavminin Türk kökenli olduğunu ünlü Sümerolog Prof. Benna Landsberger, 1937’de yapılan Tarih Kurultayı’nda ATATÜRK’ün huzurunda
açıklamıştır.17 Landsberger, ölüm yılı olan 1968’e
kadar bu konuyu geliştirmeye çalışmış, konu ile ilgili olarak dersler ve konferanslar vermiştir. Kut dili ile Eski Türkçenin bağlantısı üzerinde çok emek harcamış, devrinin önemli bilim adamları olan A. von Gabain ve László Rásonyi’nin de onun görüşlerine katıldığı anlaşılmaktadır.Landsberger, Anadolu’da yaşamış Gutium yahut Kutium milletinin Kutlar olduğunu, bu kelimenin Akatça nispet eki -ium aldığını belirtmiştir.
Kütahya ilimizin eski kaynaklardaki ismi Kutium’dur. -ium’un Akatça nispet eki dikkate alındığında adı geçen şehrimizin kurucusunun Kut/Gutlar olduğu açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
M.Ö. 400’de şimdiki Ordu ilimizin ismi Kotyora olarak kaydedilmiştir. Bu ismin hangi tarihte bu şehre verildiği belli değildir. Ancak M.Ö. 400’den önceleri de şehrin bu isimle bilindiği anlaşılmaktadır. Bu isim büyük bir ihtimalle kot (kut) yorası (yöresi) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş olmalıdır. M.S. I. yüzyılda Plinius bu şehri yine aynı isimle kaydetmiştir.
Pror. Dr. Necati Demir'in
"Orta Ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nin Tarihî Alt Yapısı" Makalesinden
http://resmitarih.com/wp-content/uploads/2013/04/ORTA_VE_DOU_KARADENZ_BLGESNN_TARH_ALTYAPISI.pdf
Senden Bilirim Yok Bana Bir Fâide Ey Gül
Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül
Etsem de abesdir sitem-i hâre tahammül
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Ellerle o zevk etdi ben âteşlere yandım
Çektim o kadar cevr ü cefâsın ki usandım
Derlerdi kabûl etmez idim, şimdi inandım
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Senden güzelim çare bana kat'-ı emeldir
Etsen dahi ülfet diyemem ellerle haleldir
Ağyâr ile gezsen de gücenmem ki meseldir
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Gördüm açılırken bu seher goncayı hâre
Sordum n'ola bu cevr ü cefâ bülbül-i zâre
Bir âh çekip hasret ile dedi ne çâre
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Bîgâne-edadır bilir ol âfeti herkes
Ümmîd-i visâl eyleme andan emelin kes
Beyhûde yere âh u figân eyleme Nevres
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül...
Osman Nevres
Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül
Etsem de abesdir sitem-i hâre tahammül
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Ellerle o zevk etdi ben âteşlere yandım
Çektim o kadar cevr ü cefâsın ki usandım
Derlerdi kabûl etmez idim, şimdi inandım
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Senden güzelim çare bana kat'-ı emeldir
Etsen dahi ülfet diyemem ellerle haleldir
Ağyâr ile gezsen de gücenmem ki meseldir
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Gördüm açılırken bu seher goncayı hâre
Sordum n'ola bu cevr ü cefâ bülbül-i zâre
Bir âh çekip hasret ile dedi ne çâre
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Bîgâne-edadır bilir ol âfeti herkes
Ümmîd-i visâl eyleme andan emelin kes
Beyhûde yere âh u figân eyleme Nevres
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül...
Osman Nevres
“Devlet dili, resmî dil” gibi kavramlar ve bu kavramların yasalarda, anayasalarda yer alması modern zamanlara aittir. Ancak bu kavramları ifade eden terimlerin kullanılmadığı zamanlarda da devletlerin resmî belgelerinde, yazışmalarında, kanunlarında kullandıkları bir dil veya diller vardı. Dolayısıyla resmî yazışma ve belgelerde kullanılan dili modern zamanlarınterimiyle “devlet dili” olarak adlandırabiliriz.
Türklerde “resmîdil” terimi, 1876’daki ilk anayasa ile kullanıma girmiştir. Bu anayasanın 18. maddesi şöyledir: “Tebea-i Osmâniyyenin (Osmanlı teb’asının) hıdemât-ı devletde (devlet hizmetlerinde) istihdâm olunmak için devletin lisân-ı resmîsi (resmî dili) olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.”
1876 anayasasının 57. maddesinde de meclisteki müzakerelerin Türk dili ile yapılacağı belirtilmiştir.
Osmanlı Yüce Devleti’nde 1876’dan önce de bütün resmî mevzuat ve yazışmaların dili Türkçe idi. Dolayısıyla Osmanlılarda devlet dili Türkçe olmuştur. Mesela Fatih Sultan Mehmed ile başlayan sultan kanunnameleri hep Türk diliyle yazılmıştır. Örnek olarak Fatih Kanunnamesinin 12. maddesini aşağıya yazıyorum:
“Eğer birkişi zinâyı bilse, gelüp kadıya demese cürm yok. Ammâ uğruluğın bilse, gelüpdemese, 15 akçe cürm alına.”
Osmanlı kanunnameleri, Ahmed Akgündüz tarafından dokuz büyük cilt hâlinde yayımlanmıştır.
Altınordu’da, Kazan ve Kırım Hanlıkları’nda da devlet dili Türkçe idi. Bu hanlıklara ait fermanlar, yarlıklar Akdes Nimet Kurat ve Melek Özyetgin tarafından yayımlanmıştır.
Selçuklularda devlet dili olarak Farsça kullanılmıştır; Nizâmü’l-Mülk’ün siyâsetnâmesi Farsçadır.
Karahanlılarda devlet dilinin Türkçe olduğunu söyleyebiliriz; çünkü onlardan bazı Türkçe hukuk belgeleri günümüze ulaşmıştır. Bu belgeleri ünlü Türkolog Şinasi Tekin yayımlamıştır. Karahanlı devlet dili için Kutadgu Bilig’i de tanık olarak gösterebiliriz. 1069’da yazılan bu eser bir siyasetname idi ve yazarı Balasagunlu Yusuf, Karahanlı hükümdarının hashâcibi, yani baş mabeyincisi idi. Türk hukuk tarihi disiplininin kurucusu Sadri Maksudi Arsal, Kutadgu Bilig’i Türk hukukunun önemli bir kaynağı olarakdeğerlendirir.
Köktürklerden kalmış bulunan 8. yüzyılın ilk yarısınaait Tonyukuk, Köl Tigin ve Bilge Kağan anıtları da resmî belgelerdir. Çünkü Köl Tigin anıtının tamamı ile Bilge Kağan anıtının üçte ikisinin yazarı bizzat Bilge Kağan’dır. Anıtın üçte birinin yazarı ise onun oğlu Tengri Kağan’dır. Tonyukuk anıtı Bilge Tonyukuk’un kendisi tarafından yazılmıştır. Tonyukuk da devletin başveziri ve başkumandanıdır. Bu devlet adamları diktirdikleri bu anıtlarda yaptıklarını halka anlatmışlar; bir bakıma hesap vermişlerdir. Bilge Kağan’ın, Türk milletinin karakteriyle ilgili ciddi tespitleri ve millete verdiği önemli öğütler de anıtlarda yer alır. Ayrıca devletle ilgili birçokönemli kavram, “kanun yapmak, devletikorumak ve teşkilatlandırmak, makam ve mansıplar vermek, uluslararası ilişkiler, uluslararası ticaret, sosyal devlet, refah devleti, yöneticilere ait nitelikler, ülke sınırları” gibi kavramlar anıtlarda yansımasını bulur.
Köktürklerden sonra Türk devletinin başına geçen Uygurlarda da kağan yazıtları vardır. Bunlara bakarak onlarda da devlet dilininTürkçe olduğunu söyleyebiliriz. Bugünkü Doğu Türkistan’da 9. asırdan itibaren hüküm sürmüş bulunan Turfan Uygurlarından da Türkçe yazılmış birçok hukuki belge kalmıştır. Wilhelm Radloff, Reşid Rahmeti Arat, Larry Clark, Özkan İzgi, Nobuo Yamada gibi yerli ve yabancı araştırıcılar bu belgeleri yayımlamışlardır.
Devlet dili olarak Türkçenin Köktürklere kadar uzandığı böylece anlaşılmış olmaktadır. Öncesi de var mıydı? Bunun cevabını da başka biryazıda verelim.
Kazakistan’da Türklerin Eski Dönemlerine Ait Arkeolojik Kazılar
By Oguzhan Koc - 10 Ekim
Kazakistan’ın başkenti Astana’ya 120 kilometre uzaklıktaki Kumay Nehri civarlarında yapılan arkeolojik kazılarda eski dönemlere ait tarihi buluntular inceleniyor
Kazakistan’ın başkenti Astana’ya 120 kilometre uzaklıktaki Kumay Nehri civarlarında yapılan arkeolojik azılarda Türk nemlerine ait tarihi buluntular inceleniyor. Akdeniz Üniversitesi’nden yapılan yazılı açıklamaya göre, L. Gumilev Avrasya Milli Üniversitesi’nin “Türk Jeopolitik Fenomeni: Kökeni ve Süreklilik Uluslararası Projesi” çerçevesinde, Kumay Türk Arkeoloji - Etnografya Kompleksi anıtlarında Prof. Dr. Ayman Dosimbayeva başkanlığında kazı çalışmaları yapılıyor. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA)tarafından desteklenen çalışmalara Türkiye’den de bilim adamları davet edildi. Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Abdullah Karaçağ ile Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ömer Zaimoğlu da çalışmalarda yer alıyor. Geçen yıl başlayan çalışmaların Kazakistan’ın başkenti Astana’da yapılacak EXPO 2017’ye kadar tamamlanması planlanıyor. 2012 - 2013 yıllarında yapılan çalışmalara Türkiye’den 5, Kazakistan’dan 35 olmak üzere 40 bilim adamı katılıyor. Arkeolojik çalışmaların bu yılki bölümüne, mevsim koşullarından dolayı ara verildi. Proje kapsamında yapılan çalışmalar ve çalışmaların Türkler açısından önemi konusunda açıklamalarda bulunan Zaimoğlu, Kumay Nehri’nin zengin arkeolojik verilere sahip, birkaç bin yıllık dönemin kültürel mirasını yansıtan, Buyratau Milli Parkı’nın sınırları içerisinde kalanbir bölge olduğunu belirtti.
Göktürkler’den günümüze
Göktürk çağından günümüze ulaşan, Bilge Kağan, Kültegin ve Tonyukuk anısına dikilen anıtlara kazınan Türkçe metinlerde, Türk milletinin refahının ve bekasının, birlik olma ve vatan toprağını kutsal bilip sahiplenmeye bağlı olduğunun yazıldığını anlatan Zaimoğlu, şöyle devam etti: “Altay, Sayan ve Tanrıdağları’nda yer alan Türkçe yazıtlarda, toprağın, dağın, ırmağın ve diğer kaynakların kutsandığı görülür Bu anlayışla vatanına ve milletine kendini adamış kahraman atalarını abideleştirmişlerdir. Bunların arasında en çok tanınanları, Kazakistan’da Merke ve Jaysan ile Doğu Kazakistan Sarı Arka bozkırında bulunan çok sayıdaki Türk anıtlarıdır. Kumay kompleksinde, Prof. Dr. Ayman Dosimbayeva tarafından ilk defa bilim alemine tanıtılan ve başkanlığında sürdürülen arkeolojik kazılarla, kültür katmanlarının farklı dönemlere ait örnekler serisi keşfedilmektedir. Tunç devrine ait kalıntıların, çit, kurgan gibi farklıtiplerde mezarların, dönemin tüm evrelerini aydınlatmaya imkan verecek nitelikte olduğu görülmektedir. Kazılarda erken demir çağına ait kurganlar, “bıyıklı” kurganlar, tekli ve çift taş heykellere sahip Türk tören çiftleri (Kuttören Anıtları) ve Orta Çağ’a ait mezar yapılarıyla büyük ölçekli olduğu anlaşılan binalara ait yapı kalıntılarıyla erken çağlardan günümüze, hemen her devrin kültürünü yansıtacak zenginlikte buluntular elde edildi.”
Anıtların restorasyonu
Zaimoğlu, açıklamasında şu görüşlere yer verdi:
“Bubölgede günümüze ulaşmayı başaran ve Türklerin ortak mirası olan tören alanları ve taş heykeller ile çitlerin duvarlarına kazınan soy damgaları gibi özellikler, Türk topraklarının kutsallığı fikrine bir kez daha işaret etmektedir. Eserlerin bilimsel açıdan incelenmesi ve analitik olarak kavranmasıyla ilgili çalışmaların kapsamı genişletilerek sürdürülmektedir. Anıtların restorasyonu, korunması ve alanın açık hava arkeoloji ve etnografya müzesine dönüştürülmesi niyeti ve çabaları önemli adımlardır. Bu çalışmaların neticesinde Kumay Nehri bölgesindeki anıtların Türklerin kadim tarihlerinin tanıkları olarak geleceğe taşınmaları sağlanacaktır.”
Meksika'da kaya üzeri bediz. Bu bediz oldukça değerli. Çünkü Türk kaya üzeri bedizlerinde gördüğümüz iki ayrı betimlemeyi burada iç içe görüyoruz. Bunlar Türk "Tengri" (Tanrı) ve "Kün" (Güneş - Gün) yapılarıdır. Tengri betimlemesinin ve bu betimleme içinde yer alan düşünce yapısının çok eski dönemlerde Kün (Güneş Ana - dişil yapı) betimlemesi ve düşünce yapısından ortaya çıkmış olabileceğini yazıyorduk. Bu yapı çok benzer bir şekilde uzak akrabalarımız olan Amerika yerlilerinde de yer alıyor. İşte bu görsel tam da bunun sürecini bize yansıtıyor ve belgeliyor. Kendi kadim topraklarımızda ayrı ayrı gördüğümüz bu kendi içinden doğmuş iki kutlu yapının birleşimini ve sürecini uzak akrabalarımızdan daha açık şekilde öğreniyoruz.
Soçi-Adler Havaalanı’nda Rus gümrük görevlisi “Benimle gel” dedi. Kıvrılan merdiven boyunca pasaport ve bilet kuyruğuna girmiş yolcuları yara yara zemin kata indirilip kapının önündeki otobüse bindirildim. “Pasaportum” dedim, “Uçakta alacaksın” yanıtını verdi. Pasaportumu uçağın kapıları kapandıktan sonra ismimi anons eden kaptanın elinden aldım. Belki bir deportasyonda rutin uygulama. Ama bu muamelenin bana fısıldadığı tek kelime vardı: “Sakıncalısın.” İlk 22 saatini susuz geçirdiğim, çoğu zaman tek başıma kaldığım koca salonda kâh volta atarak, kâh internette dolaşarak, kâh bekleme koltuğunda Rusça anons bombardımanı altında uyumaya çalışarak geçirdiğim 48 saatlik mahsuriyetin bende bıraktığı his buydu.
Sovyetlerin dağılışıyla Gürcistan’la zoraki birlikteliğine son vermiş ve 2008’de Güney Osetya’daki savaşın ardından Rusya’nın bağımsızlığını tanıdığı Abhazya yolcusuydum. Gürcistan üzerinden gitmek çok zor ve istenmeyen bir güzergâh olduğu için Abhazya’ya girmek için geriye tek yol kalıyor: Havaalanının bulunduğu Soçi-Adler’den 12 km ötedeki Psou kapısı.
28 Eylül’de sabah 5’te Soçi’ye indiğimde alıkonuldum ve görevlinin sözleriyle afalladım: “Hakkında 5 yıl Rusya’ya giriş yasağı var, seni geldiğin uçakla geri göndereceğiz. Uçuş üç gün sonra.”
Mahsur kaldığımı bildirir bildirmez devreye giren Türkiye Dışişleri, birinci günün sonunda benim için Moskova’ya nota verdi. Rusya’daki Türk diplomatlar telefonla sürekli temasta kaldılar. Abhazya Dışişleri, Moskova nezdinde hakkımdaki yasağı kaldırtmanın yollarını aradı ve sonunda başaramayınca başka bir havayolu şirketiyle Rusların öngördüğünden bir gün önce İstanbul’a dönmemi sağladı. Karşılaştığım muamele Türk medyasında yankı uyandırdı, sosyal medyada kampanyalar yürütüldü, hatta İstanbul’da bir protesto gösterisi düzenlendi.
Soçi’nin arka planındaki trajedi
Gerekçesi resmen söylenmese de 5 yıl giriş yasağı benim gazeteciliğime getirilen bir yasaktı. Özellikle ilgi alanım olan Kafkasya’da yerinde gazetecilik yapamayacaktım. Peki, düne kadar Rus devletine ait medya organlarının sıklıkla röportaj yaptığı bir Türk gazeteci neden sakıncalı oluvermişti? Türk Dışişleri’nin yazılı talebi üzerine verilecek yanıtta resmi gerekçe ne olursa olsun bunun nedeninin 2014 Soçi Kış Olimpiyat Oyunları ile ilgili yazılarım ve televizyonlarda yaptığım konuşmalarda gizli olduğunu düşünüyorum. Daha önce Kafkasya’ya dair yazdığım yüzlerce yazı, defalarca gittiğim Rusya’ya girişime engel olmadı. Bu kısıtlama tam da Olimpiyat öncesine denk geldi. Olimpiyat karşıtı bir kampanyanın parçası ya da aktivist değilim. Yaptığım Olimpiyatla ilgili Çerkes diasporası ve Kafkasya’da süregelen tartışmalara ışık tutmaktan ibaret.
Henüz ortada olimpiyat meselesi yokken Soçi ve çevresindeki yerleşim merkezlerinin Çerkesler açısından ne anlama geldiğine o bölgelerde dolaşırken defalarca tanıklık etmiş bir gazeteciyim. Ubıhların vatanı Soçi’den eski Adıge (Çerkes) toprağı Lazerevsk (Psışuape) ve Tuapse’ye kadar Karadeniz’in bu yakası savaş ve sürgün yıllarına dair acı hatıralarla dolu.
Olimpiyat ve soykırım
Çerkes davasının takipçileri ‘soykırım’ olarak niteledikleri 19. yüzyılın trajedilerini dünyaya duyurmak için Olimpiyatları büyük bir fırsat olarak görüyor. Sadece Çerkes aktivistler değil Rusya ile tarihsel hesaplaşmalarını sürdüren uluslararası aktörler ve Gürcistan gibi kuyruk açısı olan bölgesel ülkeler de Rusya’nın sinirlerini zıplatacak şekilde ‘Çerkes soykırımını’ gündemlerine almış durumda. Mesela Mihail Saakaşvili yönetimi, 2008 savaşının intikamı için Tiflis’te Çerkes soykırımına dair uluslararası konferanslara ev sahipliği yaptı. Gürcistan bununla yetinmeyip Çerkes soykırımını parlamentosunda tanıyan ilk ülke oldu.
Rusya olimpiyatların gölgesinde soykırım tartışmasına çekilmek istemiyor ve buna öncülük edenlere karşı kabadayılık yapmaktan kaçınmıyor. Dahası olimpiyatlara gölge düşürmek ya da iptal ettirmek için Kafkasya Emirliği’nin saldırı komplosu peşinde olacağına ilişkin korkular mevcut. Ancak Rusya çok da yabana atılmaması gereken bu korkuları paranoya düzeyine taşımış durumda. Akıl almaz önlemlerle kendini gösteren bu paranoya tartışmaları daha da kışkırtmaktan başka bir işe yaramıyor. Bana yapılan muamele bile Çerkesler arasında etkisini yitirmiş olan tartışmayı birden bire ateşledi.
Hâlbuki Çerkesler arasında bile olimpiyatlar konusunda yekpare bir duruş yok. Mesela Rusya Federasyonu içindeki Kafkas cumhuriyetlerin yanı sıra Abhazya da olimpiyatları ekonomik açıdan altın fırsat olarak görüyor. Bu tür farklı tepkilerin diasporada da karşılığı var. Bu konuda duyarlı olan Çerkeslerin önemli bir kısmı da olimpiyatlarda bölgenin otokton halklarını anımsatan kültürel öğelere yer verilmesi gibi jestlerle teskin olmaya hazır. Ne var ki Rusya olimpiyat ateşini almaya Çerkesleri değil 19. yüzyılda Kafkasya’nın ele geçirilmesinde vurucu timler olarak kullandığı ve sürülen halkların topraklarına yerleştirdiği Kazak folklor ekiplerini götürdü. Bu da Çerkeslerin kızgınlığını arttırdı.
Velhasıl 19. yüzyılda Kırım’daki sefaleti Çariçe 2. Katerina’dan saklamak için sahte köy yaptıran General Potemkin gibi bugünün Rus liderleri de Soçi’de Çerkes realitesini devasa komplekslerle örtmeye çalışıyor. Soçi’den az ötede 1864’teki sürgün sonrası yaklaşık 300 bin Şapsuğ’tan (Adıge) bugüne sadece 8-10 bin kişinin kaldığı Şapsuğ Rayonu’na Çerkes topraklarında yaptığı katliamlarla tarihe geçen Rus General Lazarevsk’in isminin verilmesi de bölgenin tarihine bir şal çekme hamlesiydi. Ama Potemkin’den miras kalan cinliklerle tarihi sıvamak her zaman mümkün olmuyor. Rusya ne kadar önlem alırsa alsın Çerkes kanıyla yoğrulmuş Krasnaya Polyana’da oynanacak Olimpiyat Oyunları etrafında başlayan tartışmalar kara tarihin üstündeki şalı ister istemez kaldırıyor.
Türk resminde en çok bilinen tablo şüphesiz Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi isimli yapıtıdır. uzzle’ları ve reprodüksiyonları o kadar çoğaldı ki artık popüler bir figüre dönüştü düşünceli bir yüzle kaplumbağalara bakan adam. Onunla her yerde karşılaşmak mümkün hale geldi. Dizi sahnelerinde, karikatürlerde, hediyelik eşyalarda… Aslında her zaman yıldızı bu kadar parlak olmamıştı Kaplumbağa Terbiyecisi’nin.Tablonun 2000’li yıllara kadar esamesi bile okunmuyordu. Bırakın bir başyapıt kabul edilmeyi sanat tarihi kitaplarında adı bile geçmiyordu. Hatta yayınlanmış renkli bir baskısını gören dahi yoktu. Hiç var olmamış gibiydi Kaplumbağa Terbiyecisi. Ta ki 2004 yılındaki o meşhur müzayedeye kadar. Küresel kriz nedeniyle mallarına el konulan bir banka sahibi, TMSF tarafından iş adamının borçları karşılığında satılan bir tablo, Türkiye’nin iki büyük burjuva ailesinin yeni kurulmakta olan müzeleri için girdikleri amansız bir açık arttırma rekabeti ve tüm bunların sonucu 3.5 milyon dalara satılan bir resim. Basının ilgisini çekmeye yetmişti haliyle. Sanattan çok ticaretti aslında ilgi odağı olan. O zamanın döviz kuru ile hesaplandığında “5 trilyonluk resim” diye nam salmıştı. Kaplumbağa Terbiyecisi bir pop yıldız gibi birdenbire şöhret oldu. Yıllar süren unutulmuşluğu sona ermişti.
Peki, ressam kendisini Bursa Yeşil Cami’nin içinde, kırmızı bir kaftan giymiş derviş kılığında biraz kambur, biraz da düşünceli durup, yerdeki kaplumbağalara bakarken resmederek ne anlatmak istemişti?
Belki de hiçbir zaman cevabını tam olarak veremeyeceğimiz bir sorudur bu.
Osman Hamdi Bey’in tablolarında görünen erkek figürü çoğu zaman kendisidir. Ressam doğuya özgü kıyafetler giyerek çektirdiği fotoğraflarına bakarak çizer resimlerini. 2 metre 23 santim boyundaki Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunda görünen yaşlıca erkek figürü de Osman Hamdi Bey’in ta kendisidir. Genel kabul tablonun batılılaşmaya çalışan doğulu bir toplumda aydın olmanın zorluğunu betimlediği yönündedir. O ağırkanlı hayvanların öğrenmeye pek de niyetli olmadığı apaçık ortadır. Yaşlı adamın yüzündeki düşünceli ifade onun pes etmek üzere olduğunu mu anlatıyordur yoksa dişini sıkıp sabır gerektiren işine devam edeceğini mi bilinmez.
Türk aydının tarihsel kaderi de bu değil midir?
Bir yıl önceye kadar tablonun gizemi çözülmüş gibiydi. Ama tarihçi Edhem Eldem Kaplumbağa Terbiyecisi hakkında bambaşka bir iddia ortaya attı. (Toplumsal Tarih Dergisi mayıs 2009.) Eldem’in sorduğu soru şuydu: Neden bir anlam arıyoruz ki bu resimde? Belki de Osman Hamdi Bey bize hiçbir şey anlatmak istemiyordur. Eğlenceli bir resim çizmiştir sadece. Edhem Eldem’in bulduğu kanıt ise hiç de yaban atılacak türden değildi. Fransız seyahat dergisi Le Tour du Monde’un 1869 yılındaki sayısında bir çizim yayınlanmıştı. Bir kaplumbağa oynatıcısı !
Acaba bu çizim Osman Hamdi Bey’in esin perisi olabilir miydi?
1869 yılında Bağdat Valisi Mithat Paşa’nın hizmetinde çalışıyordu Osman Hamdi Bey ve o yıl babasına yazdığı bir mektupta Le Tour de Monde dergisini severek okuduğundan bahsetmekteydi. Osman Hamdi Bey’in dergide yayınlanan çizimi 37 yıl bilinçaltında saklayıp, 1906 yılında kendi kaplumbağa terbiyecisini çizerken hatırladığı düşünülebilir. Dahası da var. Birçok ressam gibi Osman Hamdi Bey de tablolarına isim vermezdi. Resimler sergilerde teşhir edildikçe, haklarında gazete haberleri yayınlandıkça bir isim ön plana çıkar ve kulaktan kulağa yayılırdı. Kaplumbağa Terbiyecisi için de durum böyledir. Tablo yapıldığı yıl Paris’te sergilendiğinde Kaplumbağalı Adam ismiyle kataloga girmişti. Terbiyeci kısmı sonradan ona yakıştırılmıştır.
Ama bu gerçekler bizi Kaplumbağa Terbiyecisi’ni yorumlarken aşırı okuma yapmışız sonucuna götürür mü? Tablo da doğu batı ilişkisi, aydın halk ikilemi gibi metaforlar aramak bir zorlama mıdır?
Ben bu noktada bir tarihçinin soğukkanlılığıyla değil Osman Hamdi Bey’in hayatını yazmaya çalışmış bir romancının heyecanıyla düşünmeye başladığımı itiraf etmeliyim. Ama kendimce delillerim de yok değil. Her şeyden önce söz konusu iki resim arasındaki farkı gözden kaçırmamamız gerekir. Osman Hamdi Bey’in tablosundaki düşünsel derinliğin izi bile yoktur Le Tour de Monde’da yayınlanan çizimde. Resimlerdeki adamların suratlarına dikkatlice bakmamız yeterlidir bunu idrak etmek için. Osman Hamdi Bey’in bir meselesi vardır! Bu yüzden Le Tour de Monde’taki çizimin ortaya çıkmasıyla başlayan kaplumbağa terbiyecisinin sırrı çözüldü yaygarası kaçınılması gereken iddialı bir yorumdur. Ama o çizime, kaplumbağa terbiyecisinin esin perisi demek yanlış olmaz.
Osman Hamdi Bey hayatı boyunca iğneyle kuyu kazmayı seçmiştir. Ömrünü doğulu bir topluma modernist kurumlar kazandırmaya çalışarak geçirmiştir. Arkeoloji müzesini ve güzel sanatlar akademisini kurmuş, buraların gözde mekânlar haline gelmesi için uğraşmış, antik eserlere hiç değer vermeyen bir anlayışı değiştirmek için vücudunu siper etmiş ve bunları yaparken de kimseden destek bulamamış biridir o. Tablonun yapıldığı 1906 yılı ise ressamın bin bir zorlukla geçen müze müdürlüğünde 25. yılını doldurduğu tarihe denk gelmesinin tesadüften öte bir anlam taşıdığı aşikârdır. Osman Hamdi Bey ölümüne birkaç yıl kala yaptığı bu tabloyla neden bize hayatının kısa bir özetini sunmak istemiş olmasın? Bu yüzden Kaplumbağa Terbiyeci Osman Hamdi Bey’in otoportresi olduğu kadar aynı zamanda da otobiyografisidir demeyi sürdürmekte bir sakınca görmüyorum. Ve ben o resme her baktığımda, bu topraklarda aydınlanma düşüncesinin filizlenmesi için emek vermiş tüm kaplumbağa terbiyecilerini görüyorum.
1609′un şubat ayında İstanbul’da dünyaya geldi.. Katip Çelebi’nin asıl ismi Mustafa’dır. 14 yaşına kadar özel eğitim gören Kâtib Çelebi, 1623 yılında Anadolu Muhasebesi Kalemi’ne girdi. 4. Murat devrinde yapılan Doğu seferlerinde kâtip olarak yer aldı. 1635′te İstanbul’a dönerek kendisini tümüyle eğitime verdi. Devrin tanınmış bilginlerinin derslerine iştirak ederek medrese eğitimindeki eksikliklerini oldukça giderdi. Tarihten tıbba, coğrafyadan astronomiye kadar geniş bir ilgi alanı olan Kâtib Çelebi’nin aynı zamanda zengin ve büyük bir kitaplığı da bulunuyordu.. 1645′te sıra kendisine geldiği halde terfi etmediği için kalemdeki vazifesinden istifa etti. Ancak 1648′de Takvimü’t-Tevarih adlı yapıtı dolayısıyla şeyhülislam Abdürrahim Efendi aracılığıyla kalemde ikinci halifeliğe getirildi. Bundan sonra da öğrenme ve öğretme yolundaki gayretlerini devam ettiren Kâtib Çelebi peşpeşe yapıtlar vermeye başladı. Telif ve çeviri olarak yirmiyi aşkın kitap yazdı. En önemlileri tarih, coğrafya ve bibliyografya alanındadır. Tarih alanındaki yapıtlarının ilki 1642′de tamamladığı Arapça Fezleke’dir. (Fezleketi Akvâlü’l-Ahyâr fi İlmi’t-Tarih ve’l-Ahbar). Dört bölümden oluşan kitapta tarihin anlamı, konusu ve yararı anlatıldıktan sonra bu alandaki temel yapıtların bir bibliyografyası verilmiş, ardından da klasik İslam tarihçiliğine uygun olarak dünyanın yaratılışından 1639′a dek kurulan devletler ve meydana gelen önemli olaylar kısaca sıralanmıştır. Arapça Fezleke’nin devamı niteliğindeki Türkçe Fezleke 1591-1654 arasındaki olayları anlatan bir Osmanlı tarihidir. Olayların kronolojik sıralamasının ardından her yılın sonunda o yıl içerisinde ölen devlet adamları ve bilginlerin yaşam öykülerinden ve yapıtlarından da kısaca söz eder. Takvimü’t-Tevarih ise, Adem Peygamber’den 1648′e kadar geçen tarihsel olayların bir kronolojisidir.
En tanınmış yapıtlarından olan Tuhfetü’l-Kibar fi Esfari’l-Bihar’da kuruluş döneminden 1656′ya kadar Osmanlı denizciliğinin bir tarihçesi yanında Osmanlı donanmasının, tersane ve bahriye örgütünün işleyişini işler, kaptan-ı deryaların yaşam hikayelerini verir. Sonunda da son zamanlarda denizlerde uğranılan başarısızlıkları giderme yolundaki öğütlerini sıralar.
Coğrafi yapıtların en önemlisi olan Cihannüma Osmanlı coğrafyacılığında yeni bir çığır açmıştır. Kâtib Çelebi Cihannüma’yı iki kez yazmıştır. 1648′de yazmaya başladığı ilki klasik İslam coğrafyası temelindeydi. Bu yapıtını henüz bitirmemişken eline geçen Gerardus Mercator’un Atlas’ını Mehmed İhlasî adlı bir Fransız dönmesinin yardımıyla Latince’den Türkçe’ye çevirterek yeni bilgiler edindi ve 1654′te Cihannüma’yı ikinci kez yazmaya girişti. Ardından yine
Mercator’un Atlas Minor’unu elde etti. Bunların yanı sıra Batılı coğrafyacılardan Ortelius, Cluverius ve Lorenz’in yapıtlarından da yararlandı. Doğal olarak eski Arap, İran ve Osmanlı coğrafyacıların yapıtlarını da kullandı.
Kristof Kolomb ve Macellan’dan bahsedir
İkinci Cihannüma, dünyanın yuvarlak olduğunu da kanıtlamaya çalışan fiziki coğrafya ağırlıklı bir giriş bölümünden sonra Kristof Kolomb ve Macellan’ın keşif gezilerinden söz eder. Ardından Japonya’dan başlayarak Asya ülkelerini tanıtır. Bunların tarihleri, yönetim biçemleri, ekonomileri, inançları konusunda bilgiler verir. Bu arada İslam coğrafyacılarının bilgi yanlışlarını ortaya çıkarır, işte tüm bunların harita kullanmamaktan kaynaklandığını belirtir. Bu ikinci Cihannüma’da anlatılan son yer Van’dır. Birinci Cihannüma’da ise Osmanlı Avrupa’sı ve Anadolu ile İspanya ve Kuzey Afrika’yı kapsamaktadır. Her iki biçimde de ek olarak birçok harita vardır. Cihannüma, özünde tüm İslam ve Hıristiyan coğrafyacılığının da temeli olan Batlamyus (Ptolemaios) kuramına dayanmakla birlikte, o güne kadar hemen hemen hiç yararlanılmayan Batı kaynaklarını Osmanlı coğrafyacılığına tanıtması bakımından çok büyük bir önem taşır.
Coğrafi yapıtların en önemlisi olan Cihannüma Osmanlı coğrafyacılığında yeni bir çığır açmıştır. Kâtib Çelebi Cihannüma’yı iki kez yazmıştır. 1648′de yazmaya başladığı ilki klasik İslam coğrafyası temelindeydi. Bu yapıtını henüz bitirmemişken eline geçen Gerardus Mercator’un Atlas’ını Mehmed İhlasî adlı bir Fransız dönmesinin yardımıyla Latince’den Türkçe’ye çevirterek yeni bilgiler edindi ve 1654′te Cihannüma’yı ikinci kez yazmaya girişti. Ardından yine
Mercator’un Atlas Minor’unu elde etti. Bunların yanı sıra Batılı coğrafyacılardan Ortelius, Cluverius ve Lorenz’in yapıtlarından da yararlandı. Doğal olarak eski Arap, İran ve Osmanlı coğrafyacıların yapıtlarını da kullandı.
Kristof Kolomb ve Macellan’dan bahsedir
İkinci Cihannüma, dünyanın yuvarlak olduğunu da kanıtlamaya çalışan fiziki coğrafya ağırlıklı bir giriş bölümünden sonra Kristof Kolomb ve Macellan’ın keşif gezilerinden söz eder. Ardından Japonya’dan başlayarak Asya ülkelerini tanıtır. Bunların tarihleri, yönetim biçemleri, ekonomileri, inançları konusunda bilgiler verir. Bu arada İslam coğrafyacılarının bilgi yanlışlarını ortaya çıkarır, işte tüm bunların harita kullanmamaktan kaynaklandığını belirtir. Bu ikinci Cihannüma’da anlatılan son yer Van’dır. Birinci Cihannüma’da ise Osmanlı Avrupa’sı ve Anadolu ile İspanya ve Kuzey Afrika’yı kapsamaktadır. Her iki biçimde de ek olarak birçok harita vardır. Cihannüma, özünde tüm İslam ve Hıristiyan coğrafyacılığının da temeli olan Batlamyus (Ptolemaios) kuramına dayanmakla birlikte, o güne kadar hemen hemen hiç yararlanılmayan Batı kaynaklarını Osmanlı coğrafyacılığına tanıtması bakımından çok büyük bir önem taşır.
- Türk Deniz Gücü'nün İspanya, Venedik, Ceneviz, Fransa ve Malta gibi denizci devletlerden oluşan Birleşik Avrupa Devletleri’ne karşı tek başına mücadele edebilmesi,
- Neredeyse bütün Osmanlı sahillerinin tersane ve liman şehirleri halini alması,
- Akdeniz’de Cezayir, Tunus, Trablusgarb, İskenderiye, Kıbrıs, Rodos, Sakız, Midilli veİnebahtı’nın; Kızıldeniz’de Süveyş, Cidde, Moha ve Aden’in; Basra Körfezi’nde ise Basra gibi eyalet ve sancakların birer deniz üssü ve filosu olarak şekillenmesi,
- Donanma'daki gemi sayısının 500'ü üstün donanımlı savaş gemisi olmak üzere 4.000 parçayı bulması,
- Karadeniz’in tamamının bir göl olarak yüzyıllar boyunca sadece iç ticarete açık tutulması,
- Akdeniz’in dünyanın en önemli uluslararası ticaret merkezi haline gelmesi,
- Bazı stratejik nehirlerde bile donanma bulundurulması ve tersaneler kurulması,
- 15-20.000 kilometreye kadar ulaşan sahil şeridinin yüzyıllar boyunca çok sayıdaki düşman devletlerden büyük ölçüde korunabilmesi,
- İspanyollar'ın Avrupa'da İngiltere'den sonraki en büyük ikinci rakibi olan Fransa'nın İspanyollar'a karşı yardım çağrılarına cevap verilerek 30.000 mürettebat ve 150 gemilik dev bir Filo ile 1 yıl boyunca İspanyollar'a karşı korunması ve İspanya'nın Fransa ile Crespy Barışı’nı imzalamaya mecbur bırakılması,- Büyük Hind hükümdarlarından Bahadır Şah'ın Hint Denizi'ndeki Portekiz gemilerine karşı yardım istemesi üzerine Süveyş Limanı'nın üs haline getirilerek görev sahası Kızıldeniz, Hint Okyanusu ve Güneydoğu Asya'nın güvenliği olan bir "Hint Kaptanlığı" ihdas edilip Hint Denizi'ndeki güvenliğin sağlanması,
- İngiltere'yi işgale giden İspanyol Donanması'na karşı İngiltere'nin Osmanlı Donanması'ndan acil yardım istemesi,
- Sumatra Adası ve Malaka Yarımadası'nda hüküm süren Açe Devleti'nin Portekiz saldırılarına karşı yardım istemesi üzerine Portekiz ve İspanya'ya karşı korunarak güvenliğinin sağlanması,
- Osmanlı Padişahları'nın "Sultân-ı Hâkimü'l-Bahreyn" (İki Denizin Sultanı) lakabını alması gibi hususlar dikkate alındığında, Osmanlı Devleti'nin aynı zamanda dünya tarihinde eşine az rastlanan bir Deniz İmparatorluğu olduğu görülmektedir.
- İspanyollar'ın Avrupa'da İngiltere'den sonraki en büyük ikinci rakibi olan Fransa'nın İspanyollar'a karşı yardım çağrılarına cevap verilerek 30.000 mürettebat ve 150 gemilik dev bir Filo ile 1 yıl boyunca İspanyollar'a karşı korunması ve İspanya'nın Fransa ile Crespy Barışı’nı imzalamaya mecbur bırakılması,- Büyük Hind hükümdarlarından Bahadır Şah'ın Hint Denizi'ndeki Portekiz gemilerine karşı yardım istemesi üzerine Süveyş Limanı'nın üs haline getirilerek görev sahası Kızıldeniz, Hint Okyanusu ve Güneydoğu Asya'nın güvenliği olan bir "Hint Kaptanlığı" ihdas edilip Hint Denizi'ndeki güvenliğin sağlanması,
- İngiltere'yi işgale giden İspanyol Donanması'na karşı İngiltere'nin Osmanlı Donanması'ndan acil yardım istemesi,
- Sumatra Adası ve Malaka Yarımadası'nda hüküm süren Açe Devleti'nin Portekiz saldırılarına karşı yardım istemesi üzerine Portekiz ve İspanya'ya karşı korunarak güvenliğinin sağlanması,
- Osmanlı Padişahları'nın "Sultân-ı Hâkimü'l-Bahreyn" (İki Denizin Sultanı) lakabını alması gibi hususlar dikkate alındığında, Osmanlı Devleti'nin aynı zamanda dünya tarihinde eşine az rastlanan bir Deniz İmparatorluğu olduğu görülmektedir.
@oguzhankoclog
Mecid-i Tabya (Silistre Kalesi)
Osmanlı Devleti için büyük ehemmiyeti olan Silistre, 1854 yılı Mayıs ayında Ruslar tarafından muhasaraya alınmıştı. Osmanlı kumandanı Topçu Feriki(*) Musa Paşa'nın maiyetinde 10.000civarında bir kuvvet vardı. Muhasara sırasında Rus kumandanı yaralanınca yerine Gorçakofgeldi. 13 Haziran'da Ruslar bütün güçleriyle hücuma geçtiler. Muharebeler Mecidiye Tabyasıetrafında cereyan etti. Cesur ve kahraman Türk askeri müthiş bir çıkış yaparak Rus askerlerini en geri mevzilere kadar püskürttü. Gorçakof da yaralandı. Birçok Rus kumandanı öldü. Ruslar binlerce ölü, yaralı ve esir bırakarak geri çekildi. Bu büyük zafer Osmanlı ordusunun maneviyatını yükseltti. Ruslar panik içinde geri çekildi. Zafer ile beraber Silistre muhasarası da kalkmış oldu.
Bazı kaynaklarda bu muhasarada 15.000 Rus askerinin öldüğü ve bir o kadarının da yaralandığı kaydedilir. Osmanlı askerlerinden ise 3.000 şehid verilmiştir.
Ordu kumandanı Musa Paşa, muhasara sonlarına doğru namaz kılarken bir top güllesinin isabetiyle şehid olmuştur. Şehadetinden 3 gün evvel kendisine müşirlik* rütbesi tevcih edildiği vakit "Şehadet rütbesini tercih ederdim" demişti. Zaferin sevincini göremeden bu temennisi gerçekleşmiştir.
Silistre müdafaası Osmanlı Devleti için büyük bir stratejik zaferle sonuçlandı, orduya ve halka moral kazandırdı. Müdafaa üzerine destanlar ve marşlar (bkz: Dikran Çuhacıyan Efendi) ve bir de önemli tiyatro eseri (bkz: Namık Kemal - Vatan, Yahut Silistre) yazıldı. Her 13 Haziran'da bu önemli müdafaa hatırlanır ve Şehit Musa Paşa rahmetle anılır. Onun ve şehit askerlerinin ruhu şad, mekanı cennet olsun.
(Tarafımca derleme)
*Ferik: Ferik, Osmanlı Devleti'nin son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında kullanılan Mirliva ile Birinci Ferik rütbeleri arasında olan ve günümüz rütbelerinden Tümgeneral ile Korgeneral rütbeleri arasındaki askeri rütbedir.
*Müşir: Mareşal anlamındadır. Bazı ülkelerdeki en yüksek askeri rütbedir. Deniz kuvvetlerindeki eşiti büyükamiraldir. Osmanlıca karşılığı müşirdir. Türkçe'ye Fransızca maréchal kelimesinden geçmiştir. Maréchal (nalbant, komutan) sözcüğü ise, Latince kökenli mariscalcus sözcüğünden gelir.
(Çeviriler de derleyene aittir)
Osmanlı Devleti için büyük ehemmiyeti olan Silistre, 1854 yılı Mayıs ayında Ruslar tarafından muhasaraya alınmıştı. Osmanlı kumandanı Topçu Feriki(*) Musa Paşa'nın maiyetinde 10.000civarında bir kuvvet vardı. Muhasara sırasında Rus kumandanı yaralanınca yerine Gorçakofgeldi. 13 Haziran'da Ruslar bütün güçleriyle hücuma geçtiler. Muharebeler Mecidiye Tabyasıetrafında cereyan etti. Cesur ve kahraman Türk askeri müthiş bir çıkış yaparak Rus askerlerini en geri mevzilere kadar püskürttü. Gorçakof da yaralandı. Birçok Rus kumandanı öldü. Ruslar binlerce ölü, yaralı ve esir bırakarak geri çekildi. Bu büyük zafer Osmanlı ordusunun maneviyatını yükseltti. Ruslar panik içinde geri çekildi. Zafer ile beraber Silistre muhasarası da kalkmış oldu.
Bazı kaynaklarda bu muhasarada 15.000 Rus askerinin öldüğü ve bir o kadarının da yaralandığı kaydedilir. Osmanlı askerlerinden ise 3.000 şehid verilmiştir.
Ordu kumandanı Musa Paşa, muhasara sonlarına doğru namaz kılarken bir top güllesinin isabetiyle şehid olmuştur. Şehadetinden 3 gün evvel kendisine müşirlik* rütbesi tevcih edildiği vakit "Şehadet rütbesini tercih ederdim" demişti. Zaferin sevincini göremeden bu temennisi gerçekleşmiştir.
Silistre müdafaası Osmanlı Devleti için büyük bir stratejik zaferle sonuçlandı, orduya ve halka moral kazandırdı. Müdafaa üzerine destanlar ve marşlar (bkz: Dikran Çuhacıyan Efendi) ve bir de önemli tiyatro eseri (bkz: Namık Kemal - Vatan, Yahut Silistre) yazıldı. Her 13 Haziran'da bu önemli müdafaa hatırlanır ve Şehit Musa Paşa rahmetle anılır. Onun ve şehit askerlerinin ruhu şad, mekanı cennet olsun.
(Tarafımca derleme)
*Ferik: Ferik, Osmanlı Devleti'nin son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında kullanılan Mirliva ile Birinci Ferik rütbeleri arasında olan ve günümüz rütbelerinden Tümgeneral ile Korgeneral rütbeleri arasındaki askeri rütbedir.
*Müşir: Mareşal anlamındadır. Bazı ülkelerdeki en yüksek askeri rütbedir. Deniz kuvvetlerindeki eşiti büyükamiraldir. Osmanlıca karşılığı müşirdir. Türkçe'ye Fransızca maréchal kelimesinden geçmiştir. Maréchal (nalbant, komutan) sözcüğü ise, Latince kökenli mariscalcus sözcüğünden gelir.
(Çeviriler de derleyene aittir)
Yerli ve yabancı yazarlar Babinger, Schlumberger, Runciman, İnalcık veya Emecen olsun ya da Fatih’in muasırları De Languschi, Kritovulos, Tursun Bey gibileri olsun; hepsinin birleştiği bir nokta var: 21 yaşındaki İstanbul fatihi büyük bir mareşaldir. Yanya’nın, Mora’nın, Bosna’nın coğrafyasını bilenler o zamanın deniz aşırı ülkeleri olan Trabzon’un, Kuzey Ege adalarının konumunu görenler, fetihlerle geçen 30 senenin pek eşi görülmeyen bir komutanın hayatı olduğunu teslim eder. Bütün bu başarılar yeni bir döneme ateşli silahlar devrine aittir. O yüzden de askeri tarihte ayrı bir önemi vardır.
Fatih’in kişiliği; “Yok içki içerdi, bilmem kimlere nasıl şiirler yazardı” gibi kısır bir toplumun yavelerinin ötesinde ele alınacak derin bir mevzudur. Yunancasının düzgünlüğünü De Languschi ve Kritovulos söylüyor. Topkapı Sarayı El Yazmalar Kütüphanesi’ndeki İlyada metinlerinin üstü, koyduğu şerhlerle doludur. İtalyanca biliyordu, Arapça ve Farsçada ise kalem oynatmıştır.
Doğru dürüst bir anıt yoktu
II. Murad’ın saltanatı boyunca şark eserleri tercüme edilmişti ve Fatih de o havada yetişti. Kendinden sonrakiler de bu kültürü devam ettirmiştir. Şehzade Cem Sultan’ın bu dillere vakıf olduğu biliniyor. II. Bayezid şark dillerini bilirdi ve II. Bayezid’in şehzadelerinden Ahmet, Arapça bir siyasetname dahi kaleme almıştır. Yavuz Selim ise iki şark diline kalem ve divan sahibi şair olacak kadar vakıftı. Fatih bir Rönesans münevveriydi, hatta Rönesans’ın şark ve garp dünyasına hükmeden tek komplekssiz aydınıydı.
Bugüne kadar doğru dürüst bir heykelini bu toplum dikememiştir. Saraçhanebaşı’nda o zamanki belediyenin iyi niyetle ısmarladığı, heykeltıraşlığımızın başarısız bir şekilde ortaya koyduğu heykel hariç... Şimdi Genelkurmay Başkanlığımız Barbaros Bulvarı üzerine Yahya Kemal Parkı’nda 3 metre boyunda bronz bir heykel diktiriyor. Heykeltıraş Sait Rüstem’dir. İstanbul halkının ve sanatseverlerin dikkatine sunulur.
Genelkurmay Başkanlığı, Cumhuriyet tarihimizin ve İstiklal savaşımızın komutanlarını heykel diktirerek, sempozyumlar düzenleyerek anıyor ve tarihteki yerlerini anıtlaştırıyor. Fatih heykeli ile de 15’inci asrın en büyük mareşali anıtlaştırılmaktadır.
Bu çalışmalar dikkate şayandır.
İlber Ortaylı
(Milliyet Pazar, 31 Mayıs 2009)
Fatih’in kişiliği; “Yok içki içerdi, bilmem kimlere nasıl şiirler yazardı” gibi kısır bir toplumun yavelerinin ötesinde ele alınacak derin bir mevzudur. Yunancasının düzgünlüğünü De Languschi ve Kritovulos söylüyor. Topkapı Sarayı El Yazmalar Kütüphanesi’ndeki İlyada metinlerinin üstü, koyduğu şerhlerle doludur. İtalyanca biliyordu, Arapça ve Farsçada ise kalem oynatmıştır.
Doğru dürüst bir anıt yoktu
II. Murad’ın saltanatı boyunca şark eserleri tercüme edilmişti ve Fatih de o havada yetişti. Kendinden sonrakiler de bu kültürü devam ettirmiştir. Şehzade Cem Sultan’ın bu dillere vakıf olduğu biliniyor. II. Bayezid şark dillerini bilirdi ve II. Bayezid’in şehzadelerinden Ahmet, Arapça bir siyasetname dahi kaleme almıştır. Yavuz Selim ise iki şark diline kalem ve divan sahibi şair olacak kadar vakıftı. Fatih bir Rönesans münevveriydi, hatta Rönesans’ın şark ve garp dünyasına hükmeden tek komplekssiz aydınıydı.
Bugüne kadar doğru dürüst bir heykelini bu toplum dikememiştir. Saraçhanebaşı’nda o zamanki belediyenin iyi niyetle ısmarladığı, heykeltıraşlığımızın başarısız bir şekilde ortaya koyduğu heykel hariç... Şimdi Genelkurmay Başkanlığımız Barbaros Bulvarı üzerine Yahya Kemal Parkı’nda 3 metre boyunda bronz bir heykel diktiriyor. Heykeltıraş Sait Rüstem’dir. İstanbul halkının ve sanatseverlerin dikkatine sunulur.
Genelkurmay Başkanlığı, Cumhuriyet tarihimizin ve İstiklal savaşımızın komutanlarını heykel diktirerek, sempozyumlar düzenleyerek anıyor ve tarihteki yerlerini anıtlaştırıyor. Fatih heykeli ile de 15’inci asrın en büyük mareşali anıtlaştırılmaktadır.
Bu çalışmalar dikkate şayandır.
İlber Ortaylı
(Milliyet Pazar, 31 Mayıs 2009)
Bir Enver Paşa hayranı ve bu konuda ileride kitap yazmayı düşünen bir tarih düşkünü olarak,Murat Bardakçı'yı bu yazısından dolayı kutluyorum. Kendisine, son zamanlarda yerli yerinde yaptığı eleştiri ve yazılarıyla biraz sempati beslemeye başladım. Türbelerle ilgili yazısı, Topkapı Sarayı'ndaki Şaraplı konser gecesinden sonra verdiği tepki ve şimdi de bu yazısıyla ekstra bir ilgim oluştu. Ne zaman Türkistan ve Orta Asya İstiklal Mücadeleleri'nden bahsedilse, Enver Paşa gelir akıllara..
***
"Turan" yahut "dünya Türk birliği" gibisinden hayaller, Türkiye'de bir kesim arasında uzun yıllar bir moda ve derin bir ütopya idi ama bu hayalleri gerçek yapmak için bilfiil çalışan ve canını bile bu uğurda veren tek kişi, Enver Paşa olmuştu. Paşa, büyük bir aşkla sevdiği hanımı Naciye Sultan'a Orta Asya'dan hemen her gün yazdığı yüzlerce mektupta bu hayallerini ayrıntılarıyla anlatıyordu. İşte, Enver Paşa'nın sözkonusu mektuplarında Türkistan'dan ve hayallerinden bahsettiği bazı bölümler...
Doğu Türkistan'da yüzlerce Uygur'un hayatını kaybettiği olaylar günlerdir dünya gündeminin ilk sıralarında yeralıyor ve gelişmeler, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ifadesiyle "soykırım" boyutlarına ulaştı. Birkaç seneden buyana ne zaman "Türkistan" yahut "Orta Asya" bahsi açılsa, aklıma bir zamanlar bazı kesimlerde pek moda olan "Turan" hayalleri yahut "dünya Türk birliği" gibisinden ruyalar değil, 1910'lu senelerin en güçlü, hattâ "tek" adamı olan Enver Paşa geliyor. Enver Paşa'yı hatırlamamın sebebi, hem bu gibi hayallerini gerçek yapmak için bilfiil çalışan tek kişi olmasının ve canını bile bu uğurda vermesinin yanısıra, Orta Asya'dan hemen her gün kaleme aldığı ve yaptıklarını ayrıntılarıyla yazdığı yüzlerce mektubunun mevcudiyeti...
HASRET SATIRLARI
Paşa, büyük bir aşkla sevdiği ve o yıllarda kendisi gibi sürgünde bulunan hanımı Naciye Sultan ile diğer yakınlarına gönderdiği bu mektuplarda Türkistan'ın geleceği hakkındaki düşüncelerini ve hayallerini yazıyor. Oraları "kurtarmak" için neler yapacağından bahsediyor ve anlattığı bütün bu siyasî ve askerî meseleler, uzak kaldığı hanımına duyduğu hasreti ifade eden cümlelerle noktalanıyor. Enver Paşa'nın torunu aziz dostum Osman Mayatepek'e ait olan bu mektuplar şimdi bende bulunuyor ve hepsini yakında bir kitap olarak çıkartacağım. Bugün, bu sayfada Paşa'nın sözkonusu mektuplarında Türkistan'dan ve hayallerinden bahseden bazı cümlelerini günümüzün diline naklederek yayınlıyorum. Mektuplarda yazılanlar, hayata geçmeleri o senelerde bile hiçbir şekilde mümkün bulunmayan hayaller olabilir.
SADECE BİR HAYAL
Tarih hiçbir zaman ihtimaller üzerine yazılmaz ama, bu kural hayal kurmaya engel değildir. Dolayısıyla, "Enver Paşa başarabilseydi, Orta Asya bugün bambaşka görünecek, hattâ Çin'de 'Sincan' adında bir bölge bile olmayacaktı" dedim ve bu yazıyı böyle bir fantaziyi düşünerek yazdım.
FİLM GİBİ BİR HAYAT YAŞADI
Türk tarihinde, hayatı Enver Paşa kadar maceralarla dolu geçen bir başka kişi belki de yoktur.1881'de İstanbul'da, Divanyolu'nda doğan İsmail Enver, Harbokulu'nu bitirdikten sonra Manastır'a tayin edildi ve Rum ve Arnavut çetelerle çarpıştı. Bu dönemde Terakki ve İttihad Cemiyeti'ne katıldı ve devrin hükümdarı İkinci Abdülhamid'i Meşrutiyet'in yeniden ilânına zorlamak için 1908'in 24 Haziran gecesi arkadaşlarıyla beraber dağa çıktı.
SARAY DAMADI GÜÇLÜ ASKER
Tam bir ay sonra, 24 Temmuz günü İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra "Hürriyet Kahramanı" diye isim yapan Enver Bey 1909'da Berlin'e askeri ataşe olarak gitti, buradan Trablus'a geçip Libya'yı işgal eden İtalyanlar'la çarpıştı. Balkan Savaşı'nın patlaması üzerine İstanbul'a döndü ve 23 Ocak 1913'te diğer İttihadçı arkadaşlarıyla beraber Babıali'yi basarak hükümeti devirdi, sadrazamlığı Mahmud Şevket Paşa'ya verdirdi ve Paşa'nın 12 Haziran 1913'te öldürülmesi üzerine yönetime el koyan İttihad ve Terakki'nin askeri kanadının lideri oldu. 3 Ocak 1914'te "Paşa" ve "Harbiye Nazırı", daha sonra da "Başkumandan Vekili" yapılınca gücünün zirvesine ulaştı. Aynı senenin 5 Mart'ında Sultan Abdülmecid'in torunlarından Naciye Sultan ile evlenerek saray damadı oldu. Artık devletin en güçlü adamıydı, hattâ padişahtan bile güçlüydü ve Türkiye'den Avrupa'da "Enverland", yani "Enveristan" diye bahsediliyordu. Osmanlı Devleti'nin Almanya ile müttefik olarak Birinci Dünya Savaşı'na girmesinin mimarlarından olan Enver Paşa, savaşı kaybetmemizden sonra, 1918'in 1 Kasım gecesi önde gelen İttihadçılar ile beraber Türkiye'den ayrıldı.
MEZARI EVLİYA TÜRBESİNE DÖNDÜ
Hayatı, artık daha da maceralıydı. Kafkasya'ya, oradan da Berlin'e gitti; "Turan İmparatorluğu" kurma hayaliyle Rusya'ya geçmeye çalıştı, bu yolculukların ilk ikisinde tutuklandı ama üçüncüsünde Moskova'ya ulaşmayı başardı. Sovyetler'den beklediği desteği göremeyince Buhara'ya gitti ve Ruslar'a karşı savaşan Özbekler'i teşkilâtlandırmaya çalıştı. 4 Ağustos 1922 sabahı Ruslar'ın saldırısına uğradı ve Çegan Tepesi'nde ön safta çarpışırken Rus kurşunlarıyla can verdi. Bugün Tacikistan sınırları içerisinde kalan Abıderya Köyü'ne defnedilen Paşa'nın mezarı, zamanla evliya türbesi haline geldi. Kemikleri, şehid düşmesinin 74. yıldönümündeTürkiye'ye getirildi, 5 Ağustos 1996'da yapılan devlet töreniyle İstanbul'daki Hürriyet-i Ebediyye Tepesi'ndeki anıtmezara, diğer İttihadçı kader arkadaşlarının yanına defnedildi.
Tam bir ay sonra, 24 Temmuz günü İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra "Hürriyet Kahramanı" diye isim yapan Enver Bey 1909'da Berlin'e askeri ataşe olarak gitti, buradan Trablus'a geçip Libya'yı işgal eden İtalyanlar'la çarpıştı. Balkan Savaşı'nın patlaması üzerine İstanbul'a döndü ve 23 Ocak 1913'te diğer İttihadçı arkadaşlarıyla beraber Babıali'yi basarak hükümeti devirdi, sadrazamlığı Mahmud Şevket Paşa'ya verdirdi ve Paşa'nın 12 Haziran 1913'te öldürülmesi üzerine yönetime el koyan İttihad ve Terakki'nin askeri kanadının lideri oldu. 3 Ocak 1914'te "Paşa" ve "Harbiye Nazırı", daha sonra da "Başkumandan Vekili" yapılınca gücünün zirvesine ulaştı. Aynı senenin 5 Mart'ında Sultan Abdülmecid'in torunlarından Naciye Sultan ile evlenerek saray damadı oldu. Artık devletin en güçlü adamıydı, hattâ padişahtan bile güçlüydü ve Türkiye'den Avrupa'da "Enverland", yani "Enveristan" diye bahsediliyordu. Osmanlı Devleti'nin Almanya ile müttefik olarak Birinci Dünya Savaşı'na girmesinin mimarlarından olan Enver Paşa, savaşı kaybetmemizden sonra, 1918'in 1 Kasım gecesi önde gelen İttihadçılar ile beraber Türkiye'den ayrıldı.
MEZARI EVLİYA TÜRBESİNE DÖNDÜ
Hayatı, artık daha da maceralıydı. Kafkasya'ya, oradan da Berlin'e gitti; "Turan İmparatorluğu" kurma hayaliyle Rusya'ya geçmeye çalıştı, bu yolculukların ilk ikisinde tutuklandı ama üçüncüsünde Moskova'ya ulaşmayı başardı. Sovyetler'den beklediği desteği göremeyince Buhara'ya gitti ve Ruslar'a karşı savaşan Özbekler'i teşkilâtlandırmaya çalıştı. 4 Ağustos 1922 sabahı Ruslar'ın saldırısına uğradı ve Çegan Tepesi'nde ön safta çarpışırken Rus kurşunlarıyla can verdi. Bugün Tacikistan sınırları içerisinde kalan Abıderya Köyü'ne defnedilen Paşa'nın mezarı, zamanla evliya türbesi haline geldi. Kemikleri, şehid düşmesinin 74. yıldönümündeTürkiye'ye getirildi, 5 Ağustos 1996'da yapılan devlet töreniyle İstanbul'daki Hürriyet-i Ebediyye Tepesi'ndeki anıtmezara, diğer İttihadçı kader arkadaşlarının yanına defnedildi.
KIRK MİLYON TÜRK VE MÜSLÜMAN BANA "İMDAT, İMDAT" DİYE SESLENİYOR
Königsberg, 6 Ağustos 1920
Naciyeciğim! Güzelim! Acaba doktorlar ne dedi? Rahatsızlığınızı sakinleştirmeye çare buldular mı? ...Ah! Elimden gelse, bir an rahatsızlığınızı gidermek için gerekirse ömrümü alsınlar. Tek, sen rahat ve mes'ud yaşa! Yok, bilirim, bensiz hayat cennetde de olsa, sence hiçtir. Onun için Allah'tan afiyet ve saadetle ömrümüzün sonuna kadar birlikte yaşatmasını temenni edelim.... Naciye sen müteessir olma, ağlama. Sonra ben, hayatın bundan sonraki zahmetlerine hiç tahammül edemem. Senin hiç kimsenin gözyaşlarını görmeye alışmamış kalbin elbette beni ağlar görmeye razı olmaz. Naciye, hem niçin ağlayacaksın? Benim koca bir İslâm hey'eti, Türklük, fakat bunlardan da daha mukaddes senin için çalışmaya gittiğimi düşün de müteessir olma. Allah'a dua et ki muvaffak olup döneyim, yahut daha doğrusu kavuşalım. Seni öper, koklar, kucaklarım; çocukları da kalbime yaslarım. "Enver"in.
Petersburg, 19 Şubat 1921
Ruhum Naciyeciğim... Açtığım İslam ihtilâl bayrağının altında bütün Müslüman memleketleri de toplayarak İngiliz aleyhinde çalışacaklarla, yani Bolşevikler ile birlikte mücadeleye devam fikrinden gittikçe hoşlanıyorum. İnşallah bu da hem Müslümanlar'a, hem memleketimize çare olacaktır. Ah! Naciyeciğim yine hayallere dalarak cicimin afiyetini sormayı unuttum. ...Aman üzülme arslancığım. Düşün, ancak senin mesut ve bahtiyar olmanı duymakla biraz müteselli olacak, beni hatırla da benim için olsun gönlünün eğlenmesine çalış, fakat bunu isteyen "ben"in ne kadar kıskanç ve seni ne kadar sevdiğini düşünmeyi de unutma...."Enver"in.
Krastavorsk, 6 Ekim 1921
Mukaddes Naciyeciğim!Ah! Hareketimden evvel Bakü'de görüştüğüm Muhiddin Bey, Moskova'dan kuryemiz Muzaffer Bey'in birçok mektuplarla 4 Ekim'de Bakü'den Batum'a doğru geçtiğini söyleyince o kadar kederlendim ki tarif edemem. ...Naciye, bugün şöyle ilk Türkistan topraklarını uzaktan gördüğümde zihnimden neler geçtiğini yazamayacağım. Bakalım durum ne gösterecek. Ah! Aklım ve fikrim hep sende. Gönlüm öyle istiyor ki, sen hakikaten Enver'inle iftihar edecek bir vaziyete gelesin yahut ben öyle birşey yapayım ki herkes parmak ısırsın...."Enver"in.
Buhara, 17 Ekim 1921
Mukaddes, sevgili Naciyeciğim; Bugün benim uzunca müddet buralarda kalacağımı anlatan evrakı hazırladım. ...Bu talimat, dünyanın istikbalinde büyük değişimlerin başlangıcı olduğundan, aynen sana da bir tane gönderiyorum. Doğrusu bunları yazarken ne kadar sıkıntı ve kalp azabı içinde bulunduğumu bilemezsin. Bir taraftan, şahsımı tatmin için hemen herşeyi bırakarak senin kucağına atılmak üzere hareketimi emreden bir ses bağırıyor. Diğer taraftan, kırk milyon Türk ve Müslüman'ın ve buna bağlı milyonlarca İslam'ın yorgun canhıraş iniltisi bana "İmdat, imdat" diye sesleniyor. Ve kalırsam, Hak ve halk nezdinde bu hizmetimin takdir edileceğini hazırlıyor. Naciye, diğer taraftan, senin şöyle İstanbul'dan çıkmış yavrularımla boynunuz bükük olarak Berlin'de sana lâyık olmayacak bir binanın köşesine iltica ettiğinizi düşündükçe, seni her vakit dediğim gibi herkese gıpta ettirecek bir surette yaşatmak ve alnını büyük bir gururla kaldırıp gezmene vesile olmak ve öyle bir harp kaybetmiş idam mahkûmu bir adamın değil, din ve milletine hakikaten fedakârlıkla çalışmış ve Allah'ın inayetine muvaffak olmuş bir adamın eşi olduğunu göstermek için kalacağım. İnşallah, pek emin olduğum büyük muvaffakiyete yakında ulaşır da, o vakit ...minnet sadâları arasındagelir, sana lâyık mevkiye oturursun. ..."Enver"in.
Murat Bardakçı
(Habertürk, 13.07.2009)
1 Eylül 1868 yılında sultan Abdülaziz tarafından kurulan Mekteb-i Sultani, ilk kuruluş sebebine yakın bir sebeple, yine devletin önemli kademelerindeki eğitimli eleman açığını kapamak amacıyla hizmete başlar. 1800'ler Osmanlı'nın Batı karşısında güç kaybetmeye başladığı yıllardır. Bunun neticesinde devleti yenilemek üzere önce Tanzimat Fermanı (1839), ardındanIslahat Fermanı (1856) ilan edilir. Ancak, istenen kapsamda geliştirilecek, Batılılaşmahareketinin esaslarını uygulayacak kadrolara gereksinim vardır. İşte bu kadroların kaynağı ise yeni düzenlemesiyle, Türkçe ve Fransızca eğitim veren Mekteb-i Sultani'dir. Fakat bu kez okul önceki dönemlerinden farklı olarak her dinden öğrenci kabul etmektedir. Bu durum ise, her dinin ruhani liderlerinin tepkisini çekmektedir. Nitekim, Papa IX. Pius Osmanlı uyruğundaki katoliklerden çocuğunu Mekteb-i Sultani'ye gönderenleri aforoz edeceğini açıklar. ArdındanRum Patriği, Yunanca eğitim verilmediği gerekçesiyle okulu yasaklarken, Hahambaşı da okul müdürünün Fransız olması bahanesiyle musevilerin okula gitmesini onaylamadığını açıklar. Bütün bunlar peşpeşe gelişirken Şeyhülislam da hıristiyanlar ile müslümanların birarada bulunmasının sakıncalı olduğunu ve okulun derhal kapatılması gerektiğini söyler.
Tüm bu tepkilerin yanısıra, Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransa ile yakınlaşmasından rahatsız olan Rusya da gönderdiği elçi ile Rusça eğitim veren bir okul açılmaması halinde Mekteb-i Sultani'nin kapatılması konusunda nota verir. Ne var ki bunca tepkiye rağmen okul açılır ve o dönemde henüz Fransa'da bile uygulamaya geçmemiş olan, dini eğitimin esas alınmadığı laik sistemde eğitim başlar. Böylece Osmanlılık anlayışını yansıtan, herkesin kendi dinini bir başkasına kabul ettirme çabası taşımadan kendi ibadetini özgürce yapabileceği bir kurum oluşturulmuş olur. 600 öğrenci ile ilk eğitim yılına başlayan Sultani'de yatılı öğrencilerden yıllık45 altın, gündüzlülerden ise 10 altın alınıyordu. Fakat ücretlerin bu denli yüksek olması müslaman aileleri zora sokar ve devlet 150 öğrenciye burs vermeyi kabul eder.
En erken 9, en geç 12 yaşındaki çocukların kabul edildiği okulda, dil durumlarına göre Türkçeya da Fransızca hazırlık sınıfı açılır. Bunun dışında öğrencilerin iyi Osmanlıca öğrenmeleri içinArapça ve Farsça, seçmeli olarak da Ermenice, Rumca, Bulgarca, İngilizce, İtalyanca, Almancadil dersleri programa eklenir. İlk müdür Mösyö De Salve'nin de çabalarıyla okula ders araç ve gereçlerinden, karyolalara kadar bir çok eşya Fransa'dan getirtilerek öğrencilere seçkin bir ortam sunulmuş oluyordu. Ancak 1871 Beyoğlu Yangını sonrasında okul başta gördüğü ilgiyi kaybetmişti. Bunun yanısıra okulun koruyucularından Ali Paşa ve Fuad Paşa'nın ölümü,Abdülaziz'in Rusya ile yakınlaşmaları da okulu olumsuz etkiliyordu. Nitekim ani bir kararla okulGülhane'deki Tıbbiye ile yer değiştirir. Okulun tekrar toparlanması 1880'e, Abdurrahman Şeref Bey'in müdürlüğü dönemine kadar zaman alacaktır. Meşrutiyet ilan edildiğinde ise okul bu kez de 1907 Yangını sarsıntısını yaşamaktadır. Yangının yarı yıl tatili sırasında olması can kaybını önlemiş ancak, okulun arşiv ve kütüphanesi de dahil olmak üzere bir çok yer yanmıştı. İki yıl süren onarımın ardından tekrar eğitime başlayan Sultani, Tevfik Fikret Bey'in müdürlüğü döneminde yeni düzenleme ile üçer yıllık Türkçe ve Fransızca programlara ayrılır. Böylece eğitim 9 yıla çıkar. Piyano ve keman dersleri sanat eğitimi kapsamında seçmeli olarak verilmeye başlar. Tevfik Fikret Bey'in yenilikçi kişiliği kuşkusuz okul tarihinde önemli bir döneme işaret etmektedir. Bugünkü binada yeralan Büyük Amfi, Tevfik Fikret Salonu,Biyoloji, Fizik ve Kimya Laboratuvarları, Resim, Müzik Atölyeleri bu dönemde eklenen birimlerdir. Ancak sonraki yıllarda okulu zorlu günler beklemektedir. Öğrencilerin ve öğretmenlerin Balkan Savaşları'nda silah altına alınması, 1917'de sadece 5 öğrencinin mezun olabildiği gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan, okul İstanbul'a gelen işgalci kuvvetlerin büyük binalara el koymaları tehditi altındadır. Ne varki, müdür Salih Arif Bey,İngilizler'in okula el koyacağı haberini alınca Fransızlarla anlaşarak, okulun Fransızlar tarafından işgal edildiğini duyurur. Neticede İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray Karakolu vePostane'den başka tek Türk bayrağı çekebilen bina Mekteb-i Sultani olur.
Babasına Sultan Abdülhamit tarafından verilen bu çiftlikte anılarını yazan Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu lideri o günlerdeki yaşantısını 1957 ‘de şöyle anlatmıştır ;
''Durmadan çalıştım..! Bu işe gönül vermiştim, mantık ne derse desin..! Hiç bir zaman filozof veya siyasetçi olmadım..! Bu işten iyi dostlar, yara izleri, kalça çıkığı, bir kaç madalya ve memleketim için çok iyi dövüştüğümü bilmenin verdiği tatmin dışında hiç bir şey elde etmedim..!''
Lawrence ile Arap Yarımadası’nda adeta kovalamaca oynar gibi çalıştıktan sonra Hayber’de, İngiliz, Hicaz kuvvetlerinin pususuna ve o günlerde dokuz cephedeki harbin en dikkate değer hadisesi telakki edilen Hicaz’daki, ağır yaralı İngilizlerin eline düşmüş, daha sonra Ürdün Kralı olan, asi Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa’nın ortanca oğlu Emir Abdullah’a teslim edilerek, Mısır’a oradan da Malta’ya gönderilmiştim.
Mütarekenin imzasından sonra İngilizler bizi serbest bırakma kararı alınca şahsen dostluk kurduğum ve babası bizim cedlerimizle Kırım’da Ruslara karşı harbetmiş olan Malta Adası Kumandanı Mareşal Mitven, İstanbul’a gitmememi, çünkü iktidardaki Damat Ferit Paşa’nın beni tevkif ettireceğini gizlice haber vermişti..! Fakat ”İntellicens Servis” kımıldamaya başlayan Anadolu’ya geçerek hizmetlerime mani olmak için, benim muhakkak İstanbul’a sevkimde ve resmi hükümet makamlarına teslimimde ısrar etmişti..! Bizi getiren İngiliz harp gemisinden 17 Aralık 1919 çarşamba gecesi, ertesi sabah ele geçmemek için buz gibi suda yüzerek Salacak kıyısına çıkmış, bir balıkçı kulübesine sığınarak Maltepe’de İhtiyat Zabitleri Talim Mektebi Kumandanı Yenibahçeli Şükrü Oğuz’a haber göndermiş, onun gönderdiği bir yük arabasının içine gizlenerek kendisine iltihak etmiştim..!
İlk Karakol Cemiyeti ve M.M Grubu nüvesini kurmuş göz doktoru Esad Paşa’nın Kısıklı arkasında, Libadi’deki çiftliğini kendimize karargah yapmıştık..!
Rauf Bey, Kara Vasıf Bey, Müstahkem Mevki Kumandanı Miralay Şevki Bey, Harbiye Nezareti Başyaveri Salih Omurtak burada ve Üsküdar’daki Özbekler Tekkesinde toplanırdık..!İstanbul yakası bizler için tehlikeliydi..!”
KAYNAK: MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI/MİT/DÜNDEN BUGÜNE GİZLİ DÜNYANIN BİLİNMİYENLERİ/TUNCAY ÖZKAN/KASIM 1995-ANKARA
HAYATTAKİ OSMANLI ŞEHZADELERİ
Adı Doğum Tarihi Doğum Yeri Soyundan Geldiği Padişah
Osman Bayezid 23.06.1924 Paris Sultan Abdülmecid
Dündar 20.12.1930 Şam Sultan İkinci Abdülhamid
Harun 22.01.1932 Lübnan Sultan İkinci Abdülhamid
Cengiz 20.11.1939 Kahire Sultan Mehmed Reşad
Osman Selaheddin 07.07.1940 İskenderiye Sultan Beşinci Murad
Ömer Abdülmecid 04.06.1941 İskenderiye Sultan Mehmed Reşad
Hasan Orhan 09.09.1946 Kahire Sultan Mehmed Reşad
Mehmed Ziyaeddin 17.09.1947 Kahire Sultan Mehmed Reşad
Selim 05.05.1949 Viyana Sultan İkinci Abdülhamid
Selim Cem 05.09.1955 Frankfurt Sultan Abdülmecid
Orhan 16.07.1959 Beyrut Sultan Abdülaziz
Orhan 25.08.1963 Şam Sultan İkinci Abdülhamid
Ziyaeddin 18.04.1966 ABD Sultan Mehmed Reşad
Orhan Murad 26.12.1972 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Mahmud 27.04.1975 Londra Sultan Mehmed Reşad
Osman 23.08.1975 Salzburg Sultan İkinci Abdülhamid
Abdülhamid 20.09.1977 Salzburg Sultan İkinci Abdülhamid
Abdülhamid Kayıhan 04.08.1979 İstanbul Sultan İkinci Abdülhamid
Selim Süleyman 15.12.1979 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Nazım 24.09.1985 İngiltere Sultan Mehmed Reşad
Yavuz Selim 22.02.1989 İstanbul Sultan İkinci Abdülhamid
Turan Cem 07.01.2004 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Tamer Nihad 15.04.2006 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Muhammed Harun 01.12.2007 İstanbul Sultan İkinci Abdülhamid
Batu Bayezid 23.04.2008 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Adı Doğum Tarihi Doğum Yeri Soyundan Geldiği Padişah
Osman Bayezid 23.06.1924 Paris Sultan Abdülmecid
Dündar 20.12.1930 Şam Sultan İkinci Abdülhamid
Harun 22.01.1932 Lübnan Sultan İkinci Abdülhamid
Cengiz 20.11.1939 Kahire Sultan Mehmed Reşad
Osman Selaheddin 07.07.1940 İskenderiye Sultan Beşinci Murad
Ömer Abdülmecid 04.06.1941 İskenderiye Sultan Mehmed Reşad
Hasan Orhan 09.09.1946 Kahire Sultan Mehmed Reşad
Mehmed Ziyaeddin 17.09.1947 Kahire Sultan Mehmed Reşad
Selim 05.05.1949 Viyana Sultan İkinci Abdülhamid
Selim Cem 05.09.1955 Frankfurt Sultan Abdülmecid
Orhan 16.07.1959 Beyrut Sultan Abdülaziz
Orhan 25.08.1963 Şam Sultan İkinci Abdülhamid
Ziyaeddin 18.04.1966 ABD Sultan Mehmed Reşad
Orhan Murad 26.12.1972 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Mahmud 27.04.1975 Londra Sultan Mehmed Reşad
Osman 23.08.1975 Salzburg Sultan İkinci Abdülhamid
Abdülhamid 20.09.1977 Salzburg Sultan İkinci Abdülhamid
Abdülhamid Kayıhan 04.08.1979 İstanbul Sultan İkinci Abdülhamid
Selim Süleyman 15.12.1979 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Nazım 24.09.1985 İngiltere Sultan Mehmed Reşad
Yavuz Selim 22.02.1989 İstanbul Sultan İkinci Abdülhamid
Turan Cem 07.01.2004 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Tamer Nihad 15.04.2006 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Muhammed Harun 01.12.2007 İstanbul Sultan İkinci Abdülhamid
Batu Bayezid 23.04.2008 İngiltere Sultan Beşinci Murad
Zeki Müren (d. 6 Aralık 1931, Bursa – ö. 24 Eylül 1996, İzmir), Türk Sanat Müziği sanatçısı.
Bursa’da başladığı orta öğrenimini İstanbul’da Boğaziçi Lisesi’nde tamamladı. İstanbul’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Süsleme Bölümü Sabih Gözen atölyesinden mezun oldu. Desen çalışmalarını öğrencilik yıllarından başlayarak pekçok kez sergiledi.
Zeki Müren, Bursa’da tamburi İzzet Gerçeker’den aldığı solfej ve usül dersleriyle musiki bilgileri öğrenmeye başladı. 1949′da, Boğaziçi Lisesi’nde okurken Agopos Efendi (sinema yönetmeni ve senaryo yazan Arşavir Alyanak’ın babası) ile udi Kirkor’dan aldığı derslerle de musiki eğitimini sürdü. Daha sonra fasıl musikisini iyi bilen ve geniş bir repertuvarı olan Şerif İçli’den çeşitli eserler meşk etti; Refik Fersan’dan, Sadi Işılay’dan, Kadri Şençalar’dan yararlandı.
1950′de sınavla İstanbul radyosu’na girdi. İstanbul radyosunda 1951′de, canlı olarak yayımlanan bir programda ilk radyo konserini verdi ve bu konseri çok beğenildi. Bundan sonra Türkiye radyolarında düzenli olarak okumaya başladı. Radyo programları on beş yıl sürdü, bunların çoğu canlı yayın programlarıydı. Müren bundan sonra kendini daha çok sahne ve plak çalışmalarına verdi. Alışılmış kalıpları zorlayan elbiseleri ve sahne davranışı ile halkın ilgisini sürekli olarak üstünde tutmayı başardı.
Zeki Müren 600′ü aşkın plak ve kaset doldurdu. Plağa okuduğu ilk şarkı Şükrü Tunar’ın “Bir muhabbet kuşu” güfteli şarkısıdır. Müren 1955′te “Manolyam” adlı şarkısıyla Türkiye’de ilk kez verilen Altın Plak Ödülü’nü kazandı.
Zeki Müren Türkiye’de en çok konser veren ses sanatçısıdır. Bir yılda yüz konser verdiği dönemler olmuştur. Kendisine ‘sanat güneşi’ ünvanı verilmiştir. Yabancı ülkelerde de birçok konser vermiştir.
İki yüz dolayında şarkı besteledi. On yedi yaşındayken bestelediği “Zehretme hayatı bana cânânım” mısraıyla başlayan acemkürdi şarkı bestelediği ilk şarkıdır. “Şimdi uzaklardasın gönül hicranla doldu” (suzinâk), “Manolyam” (kürdilihicazkâr), “Bir demet yasemen” (nihavend), “Gözlerinin içine başka hayal girmesin” (nihavend) güfteli şarkıları sık sık okunan, en sevilen şarkılarıdır. Müren bu şarkıları plaklara da okumuştur.Unutulmaz Maksim Gazinosu sahnelerinde aralıksız 11 yıl Behiye Aksoy ile dönüşümlü olarak sahne almıştır.
Zeki Müren 1954′te Beklenen Şarkı adlı filmde sinema oyunculuğuna başladı. Büyük bir ticari başarı kazanan bu filmden sonra şarkılarının çoğunu kendisinin bestelediği on sekiz filmde daha oynadı. 1955′te de Arena Tiyatrosu’nca sahneye koyulan Çay ve Sempati adlı oyunda da baş roldeki oyuncuydu. Ayrıca ‘Bıldırcın Yağmuru’ isimli bir şiir kitabı da vardır.
Zeki Müren kalp rahatsızlığı ve şeker hastalığı yüzünden 1980′den sonra sahne hayatından ve musikiden uzaklaştı. Bodrum’daki evine kapandı, münzevi bir hayat yaşadı. 24 Eylül 1996 Çarşamba günü, TRT İzmir Televizyonu’nda kendisi için düzenlenen tören sırasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. Cenazesi görülmemiş bir halk kalabalığının katılmasıyla büyük bir törenle kaldırıldı. Mezarı, doğum yeri olan Bursa’da Emirsultan mezarlığındadır.
Vasiyetinde mirasının en büyük bölümünü Mehmetçik Vakfı’na bıraktı.
Albümleri
Senede Bir Gün (1970)
Pırlanta 1 (1973)
Pırlanta 2 (1973)
Pırlanta 3 (1973)
Pırlanta 4 (1973)
Hatıra (1973)
Anılarım (1974)
Mücevher (1975)
Güneşin Oğlu (1976)
Nazar Boncuğu (1977)
Sükse (1978)
Kahır Mektubu (1981)
Eskimeyen Dost (1982)
Hayat Öpücüğü (1984)
Masal (1985)
HELAL OLSUN (1986)
Aşk Kurbanı (1987)
Gözlerin Doğuyor Gecelerime (1988)
Ayrıldık İşte (1989)
Karanlıklar Güneşi (1989)
Zirvedeki Şarkılar (1989)
Dilek Çeşmesi (1989)
Bir Tatlı Tebessüm (1990)
Doruktaki Nağmeler (1991)
Sorma (1992)
Ölümünden Sonra Yayınlanan Albümler;
Muazzez Abacı & Zeki Müren Düet (2000)
Selahattin Pınar Şarkıları (2005)
Sadettin Kaynak Şarkıları (2005)
Zeki Müren: 1955-1963 Kayıtları (2005)
Batmayan Güneş (2006)
Zeki Müren yukarıda belirtilenler dışında, 1968-1974 yılları arasında Grafson Plak’tan kendi adıyla anılan 12 farklı albüm daha yayınlamıştır .
Kaynak:
Vikipedi