Muhafazakârlık: II. Abdülhamid Dönemini Anlamada Bir Anahtar

By Oguzhan Koc - 08 Mart

İkinci Abdülhamid, modernleşme tartışmaları açısından Osmanlı tarihinin en ilginç figürlerinden birisidir. Bir taraftan bazıları, Abdülhamid'in 33 yıllık hükümranlığı döneminde modernleşme sürecini sona erdirdiğini iddia etmektedirler. Bu kişiler, Abdülhamid'e karşı temelde olumsuz yargılara sahiptirler. Bu kişilerin II. Abdülhamid'i algılamaları, Shaw'ın tasviri ile "kana susamış, gerici tiran, katil, zamanı mümkün olduğunca hızlı ve tamamen geri çevirmeye çalışan bir kişi" şeklindedir.1 Diğer taraftan bazıları da Abdülhamid'in reformları hızlandırdığını ve bu sayede 33 yıllık iktidarı süresince devletin bekasının biraz daha uzaması için uygun ortamı sağladığını iddia etmektedirler.2 Bu kişiler de II. Abdülhamid'i büyük bir reformcu, modernist, hatta bazen yürekten bir liberal olarak tasvir etmektedirler. Bu çalışmada Abdülhamid Dönemi'nin doğasını anlamak için bir orta yol bulma gayesi ile bu dönemin muhafazakâr düşüncenin sınırları içerisinde değerlendirilebileceği iddia edilmektedir. Bu çerçevede çalışmanın teorik arka planını oluşturmak üzere öncelikle muhafazakâr düşünceden anlaşılması gerekenin ne olduğu ana hatları ile ortaya konulacaktır. Daha sonra da bu birinci bölümde ortaya konan çerçeve içerisinde II. Abdülhamid dönemini anlamada muhafazakârlığın bize ne dereceye kadar katkıda bulunabileceği tartışılacaktır.


Muhafazakârlık: Teorik Arka Plan



Muhafazakârlık, "hızlı değişime ve yeniliğe karşı isteksiz, aşırılıklardan kaçınarak denge ve istikrarın muhafazası için uğraş veren genel bir fikri duruş"a işaret eder.3 Muhafazakârlık, ilk olarak Aydınlanma'ya karşı bir tepki olarak doğmuştur. Bu tutum doğrultusunda muhafazakârlar, Aydınlanma'nın beraberinde getirdiği yeni değerlere başkaldırmış ve bu değerlere yapılan vurguyu kendi kavramları ile ikame etmeye çalışmışlardır. Bu tavır alıştan hareketle muhafazakârlar, "akıl yerine inanca, özgürce sorgulama yerine geleneğe, eşitlik yerine hiyerarşiye, bireysellik yerine kollektif değerlere ve laik hukuk yerine ilahi veya doğal hukuka" büyük önem atfetmişlerdir.4 Muhafazakârlık, siyasal alanda her ne kadar anayasal demokrasiye ve bireysel haklara referansta bulunsa da temelde, bir yandan statükonun değerlerini yüceltmeye, diğer yandan da sosyal ve ekonomik değişime karşı ihtiyatlı olmaya eğilimlidir. Kısaca ifade etmek gerekirse; din, devlet, otorite, cemaat, millet, gelenek ve tarih, muhafazakârlığın en çok önem atfettiği başlıca kavramlardır. Mannheim'in terimleri ile ifade edecek olursak muhafazakârlık kendi benliğinden haberdar olan bir çeşit rasyonelize edilmiş bir gelenekçiliktir.5 Muhafazakârlar, birçok durumda geleneğin korunması koşuluyla devlet tarafında yer alırlar.

Bora'nın görüşüne göre muhafazakârlık, toplumun geleneksel, sosyal, siyasal ve kültürel yapılarının çözülüşüne neden olan kapitalist modernleşme sürecine duyulan tepkiye dayanır.6 Diğer bir deyişle muhafazakârlık, modernleşme süreci sonrasında geleneksel değerlere atfedilen anlamların saygınlığını yitirmesine duyulan tepkiyi ifade eder. Ancak muhafazakârlık her ne kadar, modernleşme veya Aydınlanma sürecine bir tepki olarak doğmuşsa da, onun değerlerini tamamen de reddetmemiştir. Muhafazakârlık, tarihin her bir bölümünde kendisini yeniden yaratır. Bu, muhafazakârlığı gerici hareketlerden ayıran temel özelliktir. Viereck'in deyişi ile "her şeyi şuursuzca korumaya çalışan gericilerle bazı şeyleri şuurluca korumaya çalışan muhafazakârlar" arasındaki farkın temel sebebi muhafazakârlığın kendisini tarihi sürekliliğin seyrine bırakmasıdır.7 Buradan muhafazakârlığın da belli bir dereceye kadar modernizmin sonuçlarından birisi olduğu iddia edilebilir.

Muhafazakârlığı teorik bir düzleme oturtmak, siyaset bilimcileri açısından çok da kolay bir iş değildir. Muhafazakârlığın etraflıca anlaşılabilmesini sağlamaya yönelik birçok yaklaşım vardır.8 Bilim adamlarının çoğu, muhafazakârlığı "siyasi bir ideolojiden ziyade fikri bir tavır alış" olarak görmektedirler.9 Bu anlamda muhafazakârlık "statükonun savunulması, verili düzenin rasyonalizasyonu ve meşrulaştırılması" olarak tanımlanabilir.10 Bu durum bizi, muhafazakârlığın somut ve değişmez özellikleri olan bir ideolojiden ziyade şartlara göre yeniden şekillenen bir ideoloji olduğu sonucuna götürür. İşte bu özelliklerinden dolayı muhafazakârlığın somut kavramsal bir tanımı yoktur. Andrew Vincent'ın sınıflandırmasına göre muhafazakârlığın tanımlanması ile ilgili olarak, ulus-devlet yaklaşımı, kronolojik yaklaşım ve kavramsal yaklaşım olmak üzere üç yaklaşım önerilebilir. 11

Ulus-devlet yaklaşımı, muhafazakârlığı, temelde Batı toplumlarında modern ulus-devletin yükselişine karşı duyulan tarihi ve kültürel bir tepki olarak görür. Bu çerçevede modern ulus-devletin yükselişine duyulan sosyal, siyasi ve entelektüel tepki, endüstrileşme ve siyasetin demokratikleşmesi, Batı Avrupa toplumlarında muhafazakâr siyasetin ve yaklaşımların doğmasına sebep olan en önemli süreçler olarak görülmektedir.12 Bu yaklaşımda muhafazakârlık, ortak özellikleri saptanamayan "tarihi özgünlüğe sahip bir fenomen" olarak görülmektedir.13

Kronolojik yaklaşım, Edmund Burke, Louis de Bonald ve Adam Müller gibi klasik muhafazakâr yazarların eserlerinden muhafazakârlıkla ilgili prensipler çıkarmak ve bunları siyasi organizasyonlar, özellikle de siyasi partiler çerçevesinde analiz etmek gibi bir yöntemi takip eder.14 Bu yaklaşımda tarihsel süreç içerisinde muhafazakârlığa tam bir anlam verme çabası hâkimdir. Muhafazakârlığı kurulma sürecinde yeni oluşan sınıfların doğuşu ile ilgili geçici tarihi özgünlüğü ile tanımlayan ulus-devlet yaklaşımının tersine, kavramsal yaklaşım, muhafazakârlığı hiçbir sınıf ya da grupla ilişkili görmeme eğilimindedir. Bu yaklaşımı savunanlar "farklı tanım ve yaklaşımların tamamını kapsayıcı metodolojik ve kavramsal bir fikir birliği"ne ulaşma çabası içerisindedirler. 15 Muhafazakârlığın tanımlanmasına yönelik bu farklı yaklaşımlar bir tarafa, onun bütün bu tanımlama şekillerini birleştiren birtakım ortak özelliklerinin bulunduğunun da belirtilmesi gerekir.

Bütün bu farklı yaklaşımlardaki ortak nokta, muhafazakârlığın "bazı gruplar ve bireylerin geleneksel davranış tarzlarını, değerlerini, normlarını ve kurumlarını korumak veya savunmak istemlerine" referansta bulunmasıdır. Sonuçta bir terim olarak muhafazakârlık "geleneği savunmak eğiliminde olan çeşitli davranış kalıpları"nı kapsar.16 Aşağıdaki paragraflarda muhafazakâr düşüncenin ortak özellikleri temelinde bir muhafazakârlık tipolojisi sunulmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede muhafazakâr anlayışta toplum, siyasal otorite ve değişim kavramlarının taşıdıkları anlamlara değinilecektir.

Toplum

Muhafazakâr anlayışta toplum, "organik ve hiyerarşik" bir yapıya sahiptir. Tıpkı insan vücudunun farklı organları gibi sınıflar ve sosyal gruplar birbirlerini tamamlarlar. Toplumun karşılıklı bağımlı olan bütün parçaları, bu "karşılıklı bağımlılık" ilişkisinin bilincindedirler. 17 Toplumu oluşturan birimlerden hiçbiri kendisini bütünden bağımsız olarak görmez. Diğer bir ifade ile toplumu oluşturan parçaların arasındaki etkileşimin doğası mekanik değil, organiktir. Bütün bu parçalar, kendi benliklerinin ötesinde toplumun bir parçası olma rollerine vurgu yaparlar. Toplumu oluşturan bu parçalar, aynen insan vücudunu oluşturan organlar gibi birbirlerinin aynı olmadıklarından ve farklı işlev ve rolleri yürüttüklerinden, bu parçaların hiyerarşik bir organizasyona tabi kılınması kaçınılmaz hâle gelir. Bundan dolayı Muhafazakâr ideoloji, eşitlik ve hürriyeti soyut önermeler olarak görür ve uygulanabilirliklerini kabul etmez. Bunun yerine muhafazakârlık haklara ve özgürlüklere vurguda bulunur. Muhafazâkâr anlayıştaki bu haklar ve özgürlükler rasyonel ilkeler ve doğal hukuk yerine "özel kurumsal, hukuki düzenlemelerden, tarihten ve gelenekten" tevarüs ettirilir. 18

Toplumun karşılıklı bağımlı parçalarından mürekkep olan "bütün", uyumlu bir ahenge sahip olup, anayasa ile formel hâle getirilir. Anayasa, "siyasal gücü tanımlayan ve uygulanmasına sınırlamalar getiren bir teamüller, anlayışlar, kurallar ve özellikle de gelenekler bütünü"dür.19 Netice itibari ile muhafazakâr anlayışta iktidarın alışkanlık, teamül ve gelenek tarafından belirlendiği, bu çerçevede toplumun bütün parçaları tarafından kabul edildiği ve saygıya değer görüldüğü sonucuna ulaşılabilir.20 Shils'e göre gelenek, toplumdaki bütün fertlerin hedeflerini, standartlarını ve hatta tavır ve davranışlarının araçlarını bile belirleyebilme gücüne sahiptir.21 Buraya kadar resmedilen çerçeve içerisinde muhafazakâr anlayışta toplumun tarihi bir kavram olduğu sonucu çıkarılabilir. Buna göre toplum, zaman içerisinde evrilerek oluşmuş tarihi bir soyutlamadır. İşte tam da bu yüzden toplumun özellikleri tarih tarafından belirlenmiştir. Bu çıkarım, bizi tarihi mirasın ihmal edilmesi durumunda toplumun dinamiklerinin de yanlış anlaşılacağı sonucuna götürür.

Muhafazakâr terimlerle tanımlanmış bir toplumdaki bireyler hürriyet ve eşitlik gibi "soyut" kavramlar için mücadele etmezler. Tam tersine bu bireyler, "toplum"un bir üyesi olmaktan onur duyan, otoriteye itaat eden ve atalarından aldıkları mirası geliştiren kişiler konumundadırlar.22

Siyasal Otorite


Muhafazakârlığa göre, gelenek, teamül ve tarihi miras, siyasal otoritenin kurulma sürecindeki en önemli kavramlardır. Muhafazakârlar, siyasal otoritenin kuruluşunda "sözleşme" ve "rıza"ya vurgu yapan, yöneten ve yönetilen arasındaki "akit"i devletin kurucu ögesi olarak gören erken dönem liberallerinin fikirlerine şiddetle karşı çıkarlar.23 Muhafazakârlara göre devletin oluşmasında en büyük rolü, tarih ve gelenek oynar. Bu oluşum süreci organik toplum anlayışının çerçevesi içerisinde şekillenir.

Tarih, muhafazakârlar açısından çok büyük önem taşır. Bunun doğal bir sonucu olarak da muhafazakâr toplumun siyasal yapı ve kurumlarının çerçevesi tarihi süreklilik içerisinde belirlenir. Devlet ve toplum ilişkileri, tarihi mirasın gerekliliklerine uygun olarak düzenlenir. Bu doğrultuda devletin ve liderin amacı, tarihin mirası çerçevesinde "toplumsal bütünlüğü korumak ve çeşitlilik içerisinde amaçların ortaklığını ve birliğini sağlamak"tır.24 Liderlikte kalite esas olmalıdır. Tarih boyunca muhafazakârlar, oy hakkının hızla yayılmasına karşı mücadele etmişler; zamanla buna ister istemez razı olmuşlarsa da çok yakın zamanlara kadar çoğunluğun idaresi fikrini tam olarak kabullenememişlerdir.25 Peregrine Worsthorne'nın kısaca belirttiği gibi, muhafazakârların nazarında "kaliteli azınlık, kamu işlerinde birikimi olmayan çoğunluktan çok daha etkili olmalıdır, yani bu azınlık yönetici sınıfı oluşturmalıdır."26 Muhafazakârlar, demokratik yönetimi, ancak toplumda düzenin sürdürülmesinde demokratik yönetim önemli bir gereklilik haline geldiği zaman kabullenebilmişlerdir. Muhafazakârlar, doğal liderlerin ülkenin çıkarlarını güvenli bir şekilde koruyabileceklerine inanırlar. Onlar, ülkenin faziletli temsilcileridir ve "karar alma ve temsil etme kapasitesi seçimden ziyade bu kişilerin faziletleri ile belirlenir."27 Muhafazakârların bir kez seçildikten sonra hükümete özgürce idare etme konusunda otonom ve bağımsız bir konum veren iddiaları, bizi, "iyi muhafazârların kalplerinin ta derinliklerinde otoriterlik ve elitizm unsurlarının sıradan insanlara ve halka güvensizlikle birlikte hâlâ bulunduğu" sonucuna götürür.28 Bora'ya göre, monarşik devletin kutsallığı, muhafazakârların omuzlarında Aydınlanma süreci ile birlikte "aydınlanmış bir kutsallığa" dönüşmüştür.29

Muhafazakârlar, kendi kimliklerinin güçlü bir unsuru olarak paternalizme büyük önem verirler. Paternalizme göre, "doğal liderler, halkın rahatlamasını ve hayat standartlarını geliştirmek suretiyle halkın refahını sağlamak zorundadırlar.30" Paternalizm, devletin gücünü pekiştirici bir etkide bulunduğundan muhafazakârlar, ekonomik liberalizmin faydacı felsefesini reddederler. "Kişisel çıkar, sınırsız rekabet, bireyselcilik ve toplumun yarışan tezler ve karşıtlıklar sonucu oluştuğu" gibi fikirleri muhafazakârların hiçbir zaman paylaşamayacağı fikirler, grubunu teşkil eder.31

Değişim

Yukarıda resmedilmeye çalışılan tablodan da anlaşılacağı üzere, geleneğe yaptığı vurgu ile "muhafazakâr düşünce, tedrici olmaması durumunda, genelde değişime karşı çıkar."32 İstikrar, muhafazakârların önem atfettiği siyasal kavramların en önemlilerinden birisidir. Bu durum; dini, geleneği, doğal hukuku, ön kabulleri bireyin korunmasının önemli araçları olarak gören muhafazakâr anlayışın doğal sonucudur. Sonuçta muhafazakârlıkta istikrar, değişimden daha yüksek bir değer olarak karşımıza çıkar. Ne var ki, değişim kaçınılmaz olduğu zamanlar, muhafazakârlar samimi bir şekilde onu gerçekleştirirler; ancak değişimin doğal ve yavaş olması gerektiği kanısındadırlar.

Değişimin hâlihazırdaki düzenin korunmasında önemli bir gereklilik haline geldiği zamanlarda muhafazakârlar değişimden yana bile tavır alabilirler. Muhafazakâr anlayışta değişim, "yeni ihtiyaçları yansıtmak ve geçmiş tecrübelerin ışığında ihtiyatlı düzenlemelerin bir sonucu olmak" zorundadır.33

Huntington, muhafazakârlık üzerine yazmış olduğu makalelerinin birisinde muhafazakârlığı, "birtakım kurumların sürekliliğini savunan doğal, ancak bir o kadar da değişken bir teori" olarak tanımladıktan sonra, muhafazakârlığın değişime yaklaşımını şu sözlerle ifade etmektedir: "Toplumun temelleri tehdit altında kaldığı zaman muhafazakâr ideoloji, insanlara halihazırdakilere nazaran bazı kurumların gerekliliğini salık verir."34 Müller'in bu konudaki düşünceleri de muhafazakârların değişimi nereye kadar kabul ettiklerini göstermesi bakımından önemli ipuçları sunar: "Muhafazakârlar çeşitli zaman ve zeminlerde krallıktan meşruti monarşiye, aristokratik ayrıcalıklardan temsili demokrasiye, yüksek gümrüklerden serbest ticarete, milliyetçilikten uluslararasıcılığa, merkeziyetçilikten federalizme, kapitalizmden diğer refah devleti versiyonlarına kadar birçok anlayışı benimsemişlerdir."35 Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki değişimin sınırlarını, statükonun korunması belirler.

II. Abdülhamid Bir Muhafazakâr mıydı?

Çalışmanın bu bölümünde, II. Abdülhamid'in ne dereceye kadar muhafazakâr olduğu sorusuna cevap bulunmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda II. Abdülhamid'in politikaları, çalışmanın ilk bölümünde ortaya konulmaya çalışılan muhafazakâr düşünce çerçevesinde değerlendirilecektir. Bu bağlamda, II. Abdülhamid'in politikalarının yukarıda anlatılan muhafazakâr düşüncenin ortak özellikleri ile ne kadar uyuşup uyuşmadığı gösterilmeye çalışılarak muhafazakârlığın II. Abdülhamid dönemini anlamada bir araç olup olamayacağına ilişkin bir sonuca varılacaktır. İlerleyen paragraflarda II. Abdülhamid döneminde toplumun yeri, devletin ve siyasal otoritenin rolü ve değişimin anlamı üzerindeki değerlendirmelere yer verilecektir.

Toplumun Yeri

Sultan Abdülhamid'in en temel hedeflerinden birisi de toplumda güçlü bir dayanışmayı tesis etmekti. Bu, "organik ve hiyerarşik" bir toplum yapılanmasını önemseyen "muhafazakâr rüya"nın da bir parçası idi. Böyle bir siyasetin güçlü bir merkezi otoritenin kurulmasından geçtiği açıktır. Bu doğrultuda II. Abdülhamid, kendinden önceki hükümdarlar zamanında başlatılmış olan merkezileşme politikalarını sürdürmüştür. Telgraf hatları ve demiryolu ağlarının kurulması böyle bir endişenin pratik yansımalarıdır. Yerel yöneticilerin desteğini almak için verilen uğraş da bu merkezileşme politikasının hayata geçirilmesi açısından önemlidir. Mardin'in görüşüne göre, "19. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren Osmanlı Devleti artan bir biçimde periferinin günlük hayatına katıldı. Sultan II. Abdülhamid (1876-1909). kalan göçebeleri yerleşik hayata geçmeye zorlayarak çevrenin entegrasyonu çabalarını devam ettirdi. Aynı anda Padişah, merkezi bir birlik hissi ile Müslüman Osmanlı periferisini de bir araya getirmeye çalıştı. Sir William Ramsay'ın da altını çizdiği gibi Abdülhamid'in Panislamizm politikası bütün Müslümanların birleştirilmesi hayalinden öte kendi halkını İslami-emperyal bir fikir etrafında toplayacak milliyetçilik öncesi bir form kurma çabasıdır."36

Bu bağlam içerisinde Abdülhamid, bütün alanlarda imparatorluğun bütünlüğünü koruyacak politikalar takip etmiştir. Dış politika konusundaki uygulamalarında "imparatorluğun bütünlüğünü koruma" fikrinin bir motivasyon kaynağı olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu, biraz da Abdülhamid döneminde 1881'de Tunus'un Fransızlara, 1882 yılında Mısır'ın İngilizlere, 1885 yılında Doğu Rumeli'nin Bulgaristan'a bırakılması gibi bir çok toprak kayıplarının yaşanmış olması ile ilgilidir. O, Yunanistan ve Rusya gibi komşu ülkelerle uzlaşma yolunu seçmiştir. İngiltere'nin gücünü dengelemek için güç dengesi politikasını da yine bu endişelerle hayata geçirmiştir. Bunun doğal sonucu olarak, Almanya ile ilişkileri yoğunlaştırırken Fransızları rahatsız etmeyecek politikaları takip etmiştir.37

Siyasal alanda, meclisin kapatılmasına ilişkin kararına gösterdiği gerekçe de meclisin imparatorluğun bütünlüğünü zayıflattığı ve Müslüman ve Hristyanlar arasında yaşanan sert tartışmalar yüzünden parçalanma sürecini hızlandırdığı fikri idi. Akarlı, meclisin kapatılması ile ilgili bir sebep daha göstermektedir. Buna göre, halkın imparatorluğun yönetimine katılmasından sadece Abdülhamid değil, diğer devlet adamları da çok rahatsızdı. Akarlı, daha sonraki dönemlerde İttihat ve Terakki üyelerinin de halkı yönetim alanının dışına itecek politikaları izlemeye devam edeceklerini de eklemektedir.38 Netice itibari ile bu politikalar, Osmanlı devlet adamlarının imparatorluğun bütünlüğü konusundaki endişelerinin yansımalarıdır.

Sosyal alanda, Abdülhamid, kabilelerin etkili ve saygın liderlerinin desteğini almak için de çaba göstermiştir. Abdülhamid, daha önceki idarecileri, yönetimde kabile liderlerini ihmal ettikleri hatta tasfiye etmeye çalıştıkları gerekçesi ile suçladı. Bu liderlerin yerel halk nezdinde belli bir saygınlığı olan geleneksel otoriteler olduğunu ve bu yüzden hükümetin de bu kişileri dikkate alması gerektiğini savundu. Bu çerçevede, bu liderleri teşvik etmek, onlara hediye vermek gibi bir takım yöntemlerle bu liderlerin idari süreçlere katılımını sağlamıştır.39

Bu politikalarla Abdülhamid'in stratejilerinden birisi de kendi yönetiminde halk meşruiyetini arkasına almaktı. Abdülhamid, toplumun tutunumunun mevcut düzenin ayakta kalabilmesi için önemli olduğunu düşünmekteydi. Müslümanların desteğini arkasına alabilmek için birçok imkanı kullanmasını bildi. Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı Arabistan, Libya ve Suriye gibi bölgelerdeki eğitim ve altyapı reformları sayesinde Müslüman tebaanın desteğini arkasına almayı başardı. Yine aynı gayeye matuf olarak, siyasal ve dini meşruiyetinin yanında halk meşruiyetini de güçlendirmek açısından tarikatları araç olarak kullanmasını bilmiştir.

Devletin ve Siyasal Otoritenin Rolü

Abdülhamid, kendi pozisyonunu Osmanlı devlet geleneğinin ve dinin kendisine kazandırdığı meşruiyet sayesinde güçlendirmiştir. Devlete atfettiği temel rol, imparatorluğun bütünlüğünün korunması idi. Çevresindeki devlet adamlarına tam olarak güvenemediği için, Abdülhamid dönemi, genel olarak tek adam yönetiminde geçmiştir. Bu durumun oluşmasında Abdülhamid'in iktidara gelmesinin ilk yıllarında görülen trajedilerin bıraktığı intibanın çok önemli bir rolü bulunmaktadır. Abdülhamid'in iktidara gelmesinin daha ilk yıllarında (1877), Rusya, Balkanlar'da Osmanlı İmparatorluğu'nun azınlıklara yönelik yönetiminin yanlışlıklarını bahane ederek Osmanlılara karşı savaş ilan etmişti. Osmanlı İmparatorluğu bu savaş sırasında askeri açıdan bir çok yenilgilere maruz kalmış, 1878 Berlin Antlaşması ile Avrupa'daki topraklarının büyük bir kısmından vazgeçmek zorunda bırakılmıştı. Oysa Abdülhamid, savaştan hemen önce Rusya ile savaşa girmenin doğru olmayacağını belirterek savaş karşıtı bir politika takınmıştı. Savaşın yıkıcı sonuçları Abdülhamid'in siyasal düşüncelerinin olgunlaşmasında çok etkili olmuştur. Budan sonra, bütün ülke çapında kendi kontrolünü kurmaya özel bir önem vermiştir. Bu çervevede otoritesini öncelikle imparatorluğun dış politikasında kurmayı başarmıştır. İmparatorluğun diğer ülkelerdeki temsilcileri, Hariciye yerine doğrudan Abdülhamid'in kendisi tarafından atanmıştır. Bu durum (doğrudan atama) zamanla iç politikada da etkin bir kontrol kurma enstrümanı haline gelecektir.40 Abdülhamid, imparatorluğunun kalan kısımlarında geniş bir kontrole sahip olabilmek için çok sıkı önlemleri hayata geçirmeye başlamıştır. Bu önlemlerin bazıları "1876'da ilan ettiği anayasanın yürürlükten kaldırılması, devlette bürokratikleşmenin hızlandırılması ve doğrudan Saray'a ve Padişaha raporlar veren bir istihbarat ağının kurulması" olarak sayılabilir.41

Padişahın otokratik yönetiminin tek sebebi elbette ki kendisi değildi; bunun çok önemli sebeplerinden birisi de devlet adamlarına sorumluluklarından fazla yetki veren Osmanlı siyasal kültürü idi. İmparatorluğun 1876 yılında ilan edilen ilk anayasasında bile Padişah'a meşrutiyeti askıya almayı mümkün kılan çok geniş yetkiler verilmişti. Anayasada yargının bağımsızlığı kabul edilmiş, bazı insan hakları garanti altına alınmış olsa bile Padişah'a birçok konuda tek başına karar alma imkanı tanıyan çok geniş yetkiler verilmişti. Örneğin, şeyhülislam, bakanlar, Ayan Meclisi üyeleri gibi birçok üst düzey yöneticiyi atama, meclisi açma ve feshetme yetkileri bunların sadece bazıları idi.42 Kısacası Padişah 1876 anayasası ile otoriter gücünü kaybetme gibi bir tehlike ile karşı karşıya değildi. Bu anayasa, otoriter, merkezci, ve elitist bir siyaset anlayışının sonucu olarak ortaya çıkmıştı.43 Mithat Paşa'nın 1877'de sürgüne gönderilmesi ve anayasanın 1878'de yürürlükten kaldırılması bunun en açık delilleridir.44 İşte bu yüzden ironik de olsa "şimdi de anayasa otokrasiyi mümkün kılıyordu"45 sonucuna katılmak zorundayız. Heper'in deyişi ile, "modernleşmenin üst düzey bürokratları, kritik kararları kendilerinin alabileceği kişisel bir yönetim kurdular. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde II. Abdülhamid, bürokratların ve memurların yetişmesi için modern okulları açarken kişisel otoritesini kurmayı da ihmal etmedi. Bu düzende Abdülhamid, bağlılığı, başarının önüne geçirdi."46 Akarlı da aynı şekilde ne Abdülhamid'in ne de Osmanlı İmparatorluğu'nun üst düzey memurlarının ne kadar verimli olursa olsun mecliste yapılan tartışmaları sindirebilecek töleransa henüz sahip olamadıklarını iddia etmektedir.47

Osmanlı sultanları, imparatorluğu şu geleneksel ilkenin gölgesinde yönettiler: "Toplumda yaşayan insanlar arasındaki uyum, ancak idare sayesinde mümkündür."48 Heper, "İşte bu yaklaşımın varlığı sayesindedir ki Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetici sınıf Askeriye olarak adlandırılmıştır." demektedir.49 Akarlı'ya göre Abdülhamid'e göre devletin birinci hedefi, toplumun düzen ve bütünlüğünü korumaktır. Bu sağlanabildiği takdirde halk hayatını Padişah'a ve devlete bağlılık içerisinde güvenli bir şekilde sürdürebilecektir. Güçlü ve verimli bir adalet sistemi kurulduğu takdirde halk arasındaki çatışmalar sona erecek ve dış güçler imparatorluğun iç işlerine karışmak için hiçbir bahane bulamayacaklardır.50 Bu çok açık bir biçimde kendisini tebasının refahından sorumlu tutan patrimonyal bir anlayışın yansıması idi.51 Abdülhamid, otoritesinin kurulması adına imparatorluk içerisindeki ordu ve ulema gibi prestijleri hayli yüksek olan geleneksel güçlerin etkinliğini kırmak, en azından azaltmak için yapabileceğinin en iyisini yaptı. Abdülhamid bu kurumları kendi gücüne karşı birer tehdit olarak algıladı. Bunun için Harbiye Nezareti'nin önemi azaltıldı, devlet memurları arasındaki rakip grupların farklılıkları kullanıldı (Padişah daha çok şehirli olanları taşralı olanlara tercih etti) ve dini eğitimin genişletilmesi çabaları bastırıldı.52

Abdülhamid, kendisi de çok dindar bir Müslüman olmasına rağmen, dini sosyal ve siyasal amaçlar için kullanmak konusunda hiç tereddüt etmedi. İmparatorluk içerisindeki reformcu İslami grupların sıkı bir şekilde karşısında oldu. Mevcut düzenin yara almadan devam edebilmesi gayesi ile Ortodoks İslam'ı destekledi. Bu bakımdan medreselere desteğini sürdürdü ve medreselerin yeni eğitim kurumları ile bütünleşmesine yönelik çaba harcadı.53 Zürcher, Abdülhamid'in saltanatının dini ve geleneksel yönünü vurgulamak sureti ile hem kendi konumunu güçlendirmeyi hem de o dönemdeki liberal yaklaşımları zayıflatmayı hedeflediğini işaret etmektedir.54

Sonuçta, Abdülhamid kendi politikalarını hayata geçirebilmek için otoriter bir yönetim kurmuştur. Onun anlayışında, demokratik bir yapılanma, devletin bütünlüğünü zayıflatacak unsurları da beraberinde taşıma riskine sahiptir. Shaw'ın ifadeleri ile, "Parlamento, kriz dönemlerinde kararlı adımlar atmak yerine, çeşitli grupların kavga alanı haline geldi. Bu, Osmanlı tarihindeki gerçek demokratik parlamento idi. Siyasi partiler mevcuttu. Ne var ki bu partiler ilkeler etrafında toplanmak yerine din ve milliyetçilik konularında hırlı liderler etrafında siyaset yapmaktaydılar. Dolayısı ile, parlamento, savaşla beraber gelen krizi tartışmak yerine vaktini, şu ya da bu milletin ne kadar ayrıcalığa sahip olması gerektiği gibi konuların tartışılmasına ayırarak bütünlüğü bozucu bir etki alanına dönüşmüştü. Parlementerlerin mutabık kalabildikleri tek şey savaş felaketinden dolayı hükümetin ve Padişah'ın eleştirilmesi idi."55 Böyle bir anlayışın ve durumun bir yansıması olarak, II. Abdülhamid oldukça merkezileşmiş ve otoriter bir idare kurmuştur. Bu, "Osmanlı İmparatorluğu'nda daha önce hiç görülmemiş şahsi bir yönetim"di. Bu yönetimin Padişah dışındaki temel aktörleri Şura-i Devlet polis güçleri, ajanlar, sansür müessesesi, ve saray mabeyncileri idi.56

II. Abdülhamid Döneminde Değişimin Anlamı

Muhafazakâr anlayışta olduğu gibi, II. Abdülhamid'in reformlarının temelindeki mantık, devlet yönetimindeki geleneksel kalıplar üzerinde radikal değişimler gerçekleştirmekten ziyade imparatorluğun dağılmasını önleme çabasıdır. Abdülhamid, Tanzimat'la zaten hız kazanmış olan reform sürecini, özellikle askeri, eğitim, ve ekonomik konularda devam ettirmiştir.57 Bu mantık içerisinde imparatorlukta modernizasyonun hayata geçirilmesi, "hem Abdülhamid'in imparatorluk üzerindeki kontrolünü artırmasını hem de dış ve iç tehditlere karşı tavır alabilmesini"58 sağlamak açısından kaçınılmazdı. Reformların içeriği bunun çok açık bir göstergesidir. Telgrafın getirilmesi ve demiryollarının imparatorluk çapında inşa edilmesi Abdülhamid'in tüm ülkede istikrarı sağlamaya yönelik bir otoriteyi kurmasını sağladı. M. S. Anderson, Adbülhamid Dönemi reformlarını değerlendirirken, Lewis'e referansla "Tanzimat'ın en olgun ve en zirve noktasına -hukuki, idari ve eğitim alanlarında- Abdülhamid iktidarının ilk yıllarında ulaşıldığını söylemenin bir abartı olmayacağını" yazmaktadır.59 Anderson analizlerinin devamında gayet yerinde bir saptama ile "siyasal alanda (idari ve ekonomik hayattan bağımsız olarak) onun rejimi, reformları tamamen reddetmiş ve o yalnızca devraldığı verimsiz despotizmi güçlendirme adına Batı teknolojisini mümkün olduğu kadar kullanma kararlılığında olmuştur" demektedir.60

Siyasal alanda ilk anayasa Abdülhamid Dönemi'nde ilan edilmişti. Ne var ki yukarıda da ifade edildiği gibi, bu anayasaya göre "Padişah, istediği takdirde, kanunları kabul veya red etme ve meclisi fes etme konularında sınırsız otorite"ye sahipti.61 Abdülhamid için anayasayı askıya almak çok da uzun sürmedi. İlan edilmesinden iki yıl sonra anayasayı yürürlükten kaldırdı. Bu durumda, O'nun, anayasanın ilan edilmesini, ilk başlarda konumunu güçlendirmek için pragmatik bir biçimde kullandığı sonucuna ulaşılabilir. Ne zaman ki anayasa artık onun için bir tehdit haline geldi, işte o zaman onu yürürlükten kaldırdı. Yani anayasa onun reform projesinin esas hedeflerinden biri olmaktan ziyade, yalnızca gücünü pekiştirmenin bir aracı idi.62 Bu, değişimi, cari düzenin ayarlanmasının bir enstrümanı olarak gören muhafazakâr tavır alışı işaret eder.

İdari yapılanma alanında, Abdülhamid, bürokrasiyi modernize etti ve çok güçlü bir seviyeye çıkardı. Devlet memurları yetiştirmek için yeni okullar açıldı. İmparatorluk içerisindeki bütün milletlerin üyeleri bu okullarda eğitim alabilme imkanına sahip kılındı. Bürokratların sınavla alınmalarına dikkat edildi. Kısacası Abdülhamid döneminde etkili bir bürokrasi ikame edildi. Mahkemelerde ve hukuk kurallarında yapılan düzenlemelerle daha önceki dönemlerle kıyaslandığında göreceli olarak daha adil bir adalet sistemi kuruldu. Abdülhamid döneminde eğitim alanında çok büyük bir ilerlemenin olduğu gözlenebilir. Okuma yazma oranı arttı, laik ve modern eğitim kurumları kuruldu, halk eğitimine büyük önem verildi. Sonuçta, "Abdülhamid dönemi boyunca önemli Osmanlı şehirlerinin hepsinde muazzam bir kültürel canlılığın varlığı"nı görüyoruz.63 Bu reformlar halihazırdaki düzenin devamlılığının sağlanması için etkili bir düzenin kurulması ihtiyacının getirdiği bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Muhafazakâr anlayışta olduğu gibi, reform, toplumda düzenin sağlanması için bir ihtiyaç haline geldiği zaman bir anlam taşımaktaydı.

Ekonomik alanda, ekonomik bir istikrara ulaşılmasına yönelik politikalar uygulamaya geçirilmiştir. Abdülhamid'in ilk hedefi, imparatorluk üzerindeki dış baskıların bir bahanesi haline gelmiş olan borçların boyunduruğundan kurtulmak idi. Abdülhamid, güçlü bir ekonominin imparatorluğun ayakta kalabilmesinin ve statükonun devam ettirilebilmesinin en önemli ön şartlarından biri olduğunun farkındaydı.64 Bu bilinç bağlamında, ekonomi ve mali alanlarda birçok yenilik getirilmiştir. Bu doğrultuda devletin mali sistemi modernize edildi: "paranın kurunda düzenlemeler yapıldı, enflasyon kontrol altına alındı ve fiyatlar kontrol edilerek düzenlendi."65 Ekonomik sistemde fiziki bir modernizasyon hayata geçirildi: "Tarımın gelişimine önem verildi, yeni ürünler yetiştirildi ve bunun için de yeni metodlar kullanılmaya başlandı. [...] Ülkeye, demiryollarının, yolların ve telgraf hatlarının inşa edilmesi için yabancı sermayenin gelmesi sağlandı, [...] Osmanlı şehirlerinin görünümünü modernleştiren, caddeler ve yollar inşa eden, modern evlerin, apartman binalarının ve dükkanların inşa edilmesini teşvik eden, taşımayı halka açık arabalarla ve vapurlarla sağlayan, yollarda ışıklandırma ve döşeme malzemesi sağlayan modern yerel yönetimler kuruldu."66

Sonuç

Muhafazakârlığın temel özellikleri bağlamında, II. Abdülhamid, aşağı yukarı bir muhafazakâr olarak sayılabilir. Ancak son bir not olarak şunun da ifade edilmesi gerekir ki o bir "gerici" değildi. Bir muhafazakâr, yine muhafazakâr gerekçelerle tedrici bir değişimi kabul eder. Diğer yandan bir "gerici" çoğu zaman halihazırdaki sistemde geçmişi yeniden kurabilmek motivasyonu ile radikal bir değişimi isteyen kişidir. II. Abdülhamid'in hedefi, geçmişi yeniden kurmak değil, halihazırdaki düzenin ve gelenek ve tarihin mirasında devletin bütünlüğünün muhafaza edilmesi idi. Muhafazakâr hızlı değişimin karşısında iken, gerici halihazırdaki sisteme ulaşılana kadar olan bütün değişimleri de kabul etmeyen kişidir. Oysa Abdülhamid, hem önceki dönemde yapılmış olan reformları sahiplenmiş hem de bunları bir adım daha ileriye götürmesini bilmiştir. Bu durumda Abdülhamid ile ilgili olarak Shaw'la birlikte şu sonuca ulaşmak yanlış olmayacaktır: "II. Abdülhamid, otoritesini Tanzimat Dönemi'nde başlatılmış olan reformları başarılı bir şekilde tamamlamak için kullanmıştır. [. ] O, Tanzimat'ın son dönemlerinde hayata geçirilmiş olan demokratik temsili kurumları yürürlükten kaldırmıştır, fakat diğer yandan otokratik yönetimi sayesinde, reformlarının başarılı bir noktaya gelmesinde etkili olan imparatorluğun mali ve ekonomik sorunlarının çözümünü sağlamıştır."67










Ramazan Kılınç

  • Share:

You Might Also Like

0 Yorum