92. yılını kutladığımız 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızı tebrik eder, bu vesile ile ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere tüm şehitlerimizi, gazilerimizi yad ederim.
Oğuzhan Koç
Oğuzhan Koç
Prof. Dr. Tilla Deniz BAYKUZU – Trakya Üniversitesi (Edirne)
Merhum Faruk Sümer, Arslan kelimesinin ad veya unvan olarak (Ak Arslan, Kara Arslan, Kızıl Arslan, Gök Arslan, Arslan Apa, Arslan Boğa, Arslan Taş, Arslan Şah v.s.) Türklerde kullanıldığına işaret etmiştir.
Batı Türklerinin sembolünün Arslan olduğunu vurgulayan Saadettin Gömeç ise Arslan kelimesinin Türk destanlarında da sıkça rastlanan bir motif olduğunu belirtmektedir.
İslamiyet öncesi Türk tarihinin otorite ismi merhum Bahaeddin Ögel de “Türklerin İslamiyet’e girmesi ve Uygurların büyük bir imparatorluk kurmaları üzerine Arslan motifi de kendini göstermeye başlamış ve Mısır’daki Memluk efsanelerinde olduğu gibi Türklerin ilk ataları Arslanlarla beraber yaşamıştı” demektedir. Yine Ögel, Altay Hun çağına ait kurganlarda arslan motifine rastlandığını, Batı Göktürk Kağanı İstemi’nin tahtının altından dört arslan üzerine oturduğunu, Uygur tahtlarının da arslanlı olduğunu ve Turfan Uygurlarının hanlarının da uzun zaman “Arslan Han” lâkabını muhafaza ettiklerini söylemektedir.
Türklerde Arslan kelimesi aynı zamanda devlet teşkilatında kullanılan bir terim idi. Kara Hanlı Devleti’nde teşkilâtın üst kademelerinde “hâkan” yerine “Arslan Han” unvanı kullanılıyordu.
Netice olarak Türklerde Arslan motifine, İslamiyet öncesi devirde rastlandığı gibi İslamî devirde kurulan Gazneli, Kara Hanlı, Selçuklu, Memluk, Safevi, Babür ve son olarak Kaçar devletlerinde gerek bayraklarda ve gerekse ad veya unvanlarda rastlanmaktadır.
Kaynakça:
Yrd. Doç. Dr. Cihat Aydoğmuşoğlu, “Safevi, Kaçar ve Babür Bayrakları Üzerine Bir Değerlendirme”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, XIII/2 (Kış 2013), s.51-59.
Batı Türklerinin sembolünün Arslan olduğunu vurgulayan Saadettin Gömeç ise Arslan kelimesinin Türk destanlarında da sıkça rastlanan bir motif olduğunu belirtmektedir.
İslamiyet öncesi Türk tarihinin otorite ismi merhum Bahaeddin Ögel de “Türklerin İslamiyet’e girmesi ve Uygurların büyük bir imparatorluk kurmaları üzerine Arslan motifi de kendini göstermeye başlamış ve Mısır’daki Memluk efsanelerinde olduğu gibi Türklerin ilk ataları Arslanlarla beraber yaşamıştı” demektedir. Yine Ögel, Altay Hun çağına ait kurganlarda arslan motifine rastlandığını, Batı Göktürk Kağanı İstemi’nin tahtının altından dört arslan üzerine oturduğunu, Uygur tahtlarının da arslanlı olduğunu ve Turfan Uygurlarının hanlarının da uzun zaman “Arslan Han” lâkabını muhafaza ettiklerini söylemektedir.
Türklerde Arslan kelimesi aynı zamanda devlet teşkilatında kullanılan bir terim idi. Kara Hanlı Devleti’nde teşkilâtın üst kademelerinde “hâkan” yerine “Arslan Han” unvanı kullanılıyordu.
Netice olarak Türklerde Arslan motifine, İslamiyet öncesi devirde rastlandığı gibi İslamî devirde kurulan Gazneli, Kara Hanlı, Selçuklu, Memluk, Safevi, Babür ve son olarak Kaçar devletlerinde gerek bayraklarda ve gerekse ad veya unvanlarda rastlanmaktadır.
Kaynakça:
Yrd. Doç. Dr. Cihat Aydoğmuşoğlu, “Safevi, Kaçar ve Babür Bayrakları Üzerine Bir Değerlendirme”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, XIII/2 (Kış 2013), s.51-59.
Türk dünyasına özellikle tarihi açıdan baktığımızda iki mühim dağ silsilesine tesadüf edilir ki; birisi Altaylar, diğeri de Tanrı Dağlarıdır. İkisi de Türkler için bugün dahi kutlu mekanlardır.
Bilindiği üzere Altay ve çevresi Hakas, Tuva, Altay ve hatta Kazak Türkleri’nin yaşadığı topraklardır. En eski Türk izlerini buralarda görebiliriz. Altay Dağları Türkleri besleyen, büyüten ana kucağı gibidir. Hun-Türk destanlarında, Kök Türk efsanelerinde hep başrolde o vardır. Türkler büyük bir bozguna uğradıktan sonra sağ kalanlar bu dağa gelip, sığınmışlar; orada çoğaldıktan sonra tekrar dünyanın efendisi olmuşlardır. Dolayısıyla vefakar Altay Dağları, Türklerin hatırasından hiçbir zaman çıkmadı. Ayrıca eski Türk devlet anlayışı ve düşüncesine göre de, Altay’ın sahibi, devlete de egemen oluyordu.
Tanrı Dağı’nın çevreleri ise istisnasız belki bütün Türk kabilelerine yaylaklık ve kışlaklık yaptı. Onun eteklerinden çıkan sular tarih boyunca Türkistan ovasını suladı. Kutlu zirveleri Tanrı makamı olarak görüldü ki, bugün Doğu Türkistan sınırları içinde kalan en yüksek tepesi (7315 m) Han Tengri diye anılmaktadır.
Kaynakça:
Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 2.Baskı, Ankara 2012, ss.21-22
Bilindiği üzere Altay ve çevresi Hakas, Tuva, Altay ve hatta Kazak Türkleri’nin yaşadığı topraklardır. En eski Türk izlerini buralarda görebiliriz. Altay Dağları Türkleri besleyen, büyüten ana kucağı gibidir. Hun-Türk destanlarında, Kök Türk efsanelerinde hep başrolde o vardır. Türkler büyük bir bozguna uğradıktan sonra sağ kalanlar bu dağa gelip, sığınmışlar; orada çoğaldıktan sonra tekrar dünyanın efendisi olmuşlardır. Dolayısıyla vefakar Altay Dağları, Türklerin hatırasından hiçbir zaman çıkmadı. Ayrıca eski Türk devlet anlayışı ve düşüncesine göre de, Altay’ın sahibi, devlete de egemen oluyordu.
Tanrı Dağı’nın çevreleri ise istisnasız belki bütün Türk kabilelerine yaylaklık ve kışlaklık yaptı. Onun eteklerinden çıkan sular tarih boyunca Türkistan ovasını suladı. Kutlu zirveleri Tanrı makamı olarak görüldü ki, bugün Doğu Türkistan sınırları içinde kalan en yüksek tepesi (7315 m) Han Tengri diye anılmaktadır.
Kaynakça:
Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 2.Baskı, Ankara 2012, ss.21-22
İstanbul, son şiddetli depreme 10 Temmuz 1894 tarihinde sahne olmuştur. Deprem, güneyden kuzeye doğru üç şiddetli sarsıntı halinde hissediidi. Beyoğlu ve Boğaziçi'nde daha az zarar verdi. Depremin merkezinin Yeşilköy'den 8 kilometre uzaklıkta ve güneydoğu Marmara Denizi'nde olduğu tespit edilmiştir. Birçok sivil bina hasara uğramıştır. Bunlar arasında; Kapalıçarşı, Bitpazarı, Yağlıkçılar, Çadırcılar, Mercan Çarşı tarafları tamamen yıkılmıştır. Mercan sokağında kükürtlü su fışkırmış, Sirkeci'de istasyon zarar görmüştür. Fatih, Beşiktaş, Ortaköy, Sultan Ahmet, Aksaray, Edirnekapı, Topkapı, Balat, Bakırköy, Silivrikapı semtleri zarara uğrayan yerlerdir. Semih Tezcan, Yalçın Acar, Ahmet Civ tarafından hazırlanmış olan bir araştırmada, bu depremin şiddetini 9, enlemini 40,60 boylamını da 25,60 olarak belirtmektedir.
1894'deki bu deprem öğle saati 12.24'te meydana geldi. Sarsıntılar İstanbul dışında; Yanya, Bükreş, Girit, Yunanistan, Konya ve Anadolu'nun büyük bir kesiminde hissedilmiştir. İstanbul il sınırları içinde 474 kişinin ölümüne, 482 kişinin yaralanmasına, 387 dayanıklı yapı ve 1087 ev, 299 dükkanın büyük ölçüde hasar görmesine yol açmıştır. Ancak bu rakamlar tespit edilebilenlerdir. Ölü ve yaralı sayısının daha fazla olması olasılığı vardır. Çünkü bazı yerlerde, örneğin Yalova'da ölü ve yaralı sayısı bilinmemektedir.
Depremin ardından II. Abdülhamid Han, Atina ve İstanbul rasathanelerine bir rapor hazırlattırmıştır. 15 Ağustos 1894’te Sultan’a sunulan rapordan bir bölüm şöyledir:
“Deprem, 10 Temmuz 1894 tarihinde öğleden sonra saat 12'yi 24 dakika geçe 3 kez şiddetli şekilde olmuştur. Bu sarsıntılar meydana gelen tahribatın tamamını oluşturmuştur. Birinci hareketten bir iki saniye önce arabalar geçiyormuş gibi yer altından şiddetli sesler duyulmuştur. Bu hareket diğerlerinden en hafifi olup eşyalar bile oynamamıştır. Hareket 4,5 saniye sürmüş, şiddeti gittikçe artmıştır. Birinciden sonra gelen ikinci sarsıntı çok şiddetli olup uzun sürmüştür. Şiddeti giderek artarak 8,9 saniye devam etmiştir. Bu sarsıntının sonucu büyük tahribat olmuştur. Üçüncü sarsıntı ikinci ikincisinden sonra meydana gelmiştir. İkincisinden daha hafif olan üçüncü sarsıntı beş saniye sürmüştür.“
Kaynakça:
Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu, 1894 İstanbul Depremi Hakkında Bir Rapor Üzerine İnceleme, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, 1997, cilt: 19, sayı: 29, s.171-172
1894'deki bu deprem öğle saati 12.24'te meydana geldi. Sarsıntılar İstanbul dışında; Yanya, Bükreş, Girit, Yunanistan, Konya ve Anadolu'nun büyük bir kesiminde hissedilmiştir. İstanbul il sınırları içinde 474 kişinin ölümüne, 482 kişinin yaralanmasına, 387 dayanıklı yapı ve 1087 ev, 299 dükkanın büyük ölçüde hasar görmesine yol açmıştır. Ancak bu rakamlar tespit edilebilenlerdir. Ölü ve yaralı sayısının daha fazla olması olasılığı vardır. Çünkü bazı yerlerde, örneğin Yalova'da ölü ve yaralı sayısı bilinmemektedir.
Depremin ardından II. Abdülhamid Han, Atina ve İstanbul rasathanelerine bir rapor hazırlattırmıştır. 15 Ağustos 1894’te Sultan’a sunulan rapordan bir bölüm şöyledir:
“Deprem, 10 Temmuz 1894 tarihinde öğleden sonra saat 12'yi 24 dakika geçe 3 kez şiddetli şekilde olmuştur. Bu sarsıntılar meydana gelen tahribatın tamamını oluşturmuştur. Birinci hareketten bir iki saniye önce arabalar geçiyormuş gibi yer altından şiddetli sesler duyulmuştur. Bu hareket diğerlerinden en hafifi olup eşyalar bile oynamamıştır. Hareket 4,5 saniye sürmüş, şiddeti gittikçe artmıştır. Birinciden sonra gelen ikinci sarsıntı çok şiddetli olup uzun sürmüştür. Şiddeti giderek artarak 8,9 saniye devam etmiştir. Bu sarsıntının sonucu büyük tahribat olmuştur. Üçüncü sarsıntı ikinci ikincisinden sonra meydana gelmiştir. İkincisinden daha hafif olan üçüncü sarsıntı beş saniye sürmüştür.“
Kaynakça:
Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu, 1894 İstanbul Depremi Hakkında Bir Rapor Üzerine İnceleme, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, 1997, cilt: 19, sayı: 29, s.171-172
Özellikle Oğuz Kağan Destanı’nda önemli bir yer tutan dokuz rakamı, Türk kültüründe de en çok kullanılan sayılardan biridir. Destana göre Oğuz Kağan’ın seferlerden zaferle döndüğünde dokuz bin koyun, dokuz yüz sığır kestirdiği, derisinden doksan dokuz havuz yaptırdığı ve dokuzuna rakı, doksanına kımız doldurttuğu ifade edilmektedir.
Yaratılış destanına göre, Tanrı, dokuz dallı bir ağaç ve bu ağacın her dalının altında bir insan yaratmıştır. Yedi kat gökten sonra gelen Arş ve Kürsî birer kuşatıcı kat sayılarak, göklerin dokuz kattan oluştuğuna inanılmıştır. Şamanların, âyinlerde dokuz kat göğe çıkıp, dokuz katı da dolaşarak indiği de kaynaklarda dile getirilmektedir. Şamanın birçok uygulamasında dokuz rakamı ibadet ritüelinde önemli bir yer tutmaktadır.
Tanrı Ülgen’in dokuz oğlu ve dokuz kızı, Yeraltı dünyasının başı Erlik Han’ın da Karakızlar denilen dokuz kızı vardır. Zaten Şaman cübbesinin yakasından sallanan dokuz küçük kukla Ülgen’in dokuz kızını, küçük cübbeler ise onların elbiselerini temsil etmektedir.
Altay Türklerinin bir kıyamet tasvirine göre denizin dibinde dokuz çatallı karataş bulunduğu, kıyamet zamanında bu taşın dokuz yerinden çıkacağı, demirden ve koyu sarı renkte atlara binmiş dokuz savaşçının etrafa saldıracağı ifade edilmektedir.
Manas Destanı’nda da, Manas’ın cesedi, dokuz gün bekletilmiş, Doksan kısrak kesilmiş, halka dokuz kat kumaş dağıtılmıştır. Manas’ın dirilmesi ile de, her biri dokuz deve ile dokuz inek kestirilmiştir.
Kaynakça:
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Alparslan Küçük, “Türk Destanlarında Sayı Motifinin Yansımaları”, Gazi Üniversitesi Türkiyat Dergisi, Güz 2013/13, ss.104-105.
Altay Türklerinin bir kıyamet tasvirine göre denizin dibinde dokuz çatallı karataş bulunduğu, kıyamet zamanında bu taşın dokuz yerinden çıkacağı, demirden ve koyu sarı renkte atlara binmiş dokuz savaşçının etrafa saldıracağı ifade edilmektedir.
Manas Destanı’nda da, Manas’ın cesedi, dokuz gün bekletilmiş, Doksan kısrak kesilmiş, halka dokuz kat kumaş dağıtılmıştır. Manas’ın dirilmesi ile de, her biri dokuz deve ile dokuz inek kestirilmiştir.
Kaynakça:
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Alparslan Küçük, “Türk Destanlarında Sayı Motifinin Yansımaları”, Gazi Üniversitesi Türkiyat Dergisi, Güz 2013/13, ss.104-105.
Maniciliğin kurucusu olan Mani, o zamanlar Sasani kültür çevresinde bulunan Güney Mezopotamya’da 216 yılında bir Hıristiyan olarak doğdu. Yaşadığı bölgedeki hakim dini inanışların etkisinde, eklektik bir yorumla gnostik düşüncelere dayanan züht ve takva yani dinsel bir arınma yolu kurmuştur.
Mani kendisini Hakikat Tanrısı’nın peygamberi ve evresel dinin kurucusu ilan etmiştir; kuşkusuz bu din ikiciliğe (dualizm) dayanan, toplumsal sınıfların koruyucusu aristokrat Mazdeizm’e (Zerdüştlük) bir tepki hareketi olarak doğmuştur.
Mani, “Doğu’dan Batı’ya kadar yer kürenin bütün bölgelerine yaşam ekinini ekmek” iddiasıyla öğrencilerini Suriye, Mısır ve Doğu İran’a gönderdi. Ancak İran aristokrasisinin sözcüsü Zerdüşt ruhban sınıfı Magi’nin baskısı ile hapse atıldı ve 276 yılında işkence ile öldürüldü. Istırabını ve haça gerilişini tanıklık eden inananları, onun “Işık Ülkesi”ne yükseldiğine inandılar. “Işık Öğretisi” diye anılan Maniheizm, Suriye’den; Filistin, Kuzey Afrika, Mısır, Anadolu ve Ermenistan’a kadar ulaştı. Batı’da Hıristiyanlığın yayılmasında adı efsaneleşen Aziz Augustin, 373-382 yılları arasında Hıristiyan olmadan önce Mani dinindeydi.
4. Yüzyılın başında Roma, Fransa ve İspanya’da Maniheistlere rastlanmaktaydı. Manicilik Batı’da Hıristiyanlıkla rekabet edemeyip 6. Yüzyılda tamamen silinip gitmiştir. Ancak çok sonraları Bogomiller olarak önce Balkanlar’da sonra Arnavutlar ve Fransa’da Katharlar arasında ortaya çıkacaktır.
Kaynakça:
Prof. Dr. Abdullah Gündoğdu, “Boşnaklar ve Peçenekler Arasındaki Bağlar Üzerine Bazı Düşünceler”, Osmanlı’dan Günümüze Bosna Uluslar arası Sempozyumu Bildirileri, Tuzla 2011, s. 171- 179.
Kaynakça:
Prof. Dr. Abdullah Gündoğdu, “Boşnaklar ve Peçenekler Arasındaki Bağlar Üzerine Bazı Düşünceler”, Osmanlı’dan Günümüze Bosna Uluslar arası Sempozyumu Bildirileri, Tuzla 2011, s. 171- 179.
Onlar genellikle düz kara saçlı, ela gözlü, yuvarlak yüzlü, düz burunlu insanlardır; aralarında mavi gözlü olanları az veya nâdirdir; bu gibilere, çok defa, bu vasıfları bir sıfat olarak verilir (Gök Mehmed = mavi gözlü Mehmed; Gök kız = mavi gözlü kız); pek çoğunun ciltleri beyazdır; yüz ve ellerindeki esmerlik güneş yakması ile ilgilidir; boyları ortadan uzun olup, gövde kısmı alt tarafa nazaran kısa değildir; onun için at üstünde heybetli görünürler ve rahatça ok atarlar ve kılıç sallarlar.
Kaynakça:
Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 2. Baskı, s.XIV.
Kaynakça:
Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 2. Baskı, s.XIV.
ilim öğren ya cihad et
Selahaddin Eyyubî’nin şahsiyeti üzerinde Zengîler Devleti’nin ünlü hükümdarı Nureddin Mahmud Zengî’nin (1146-74) büyük etkisi olmuştur. Selahaddin, ölümüne kadar Mısır’ı Nureddin’in naibi sıfatıyla idare etmiş, iç ve dış düşmanlara karşı korumuş ve bu bölge için gerekli idarî, askerî, kültürel ve iktisadî reformları yaparak ülkeyi içte ve dışta itibarlı hale getirmiştir. Yemen, Hicaz, Libya ve Kuzey Sudan’ı kontrolü altında tutan Selahaddin, 3. Haçlı Seferi sırasında verdiği mücadele ve sağlam duruşu ile İslam dünyasının kahramanlık sembolü haline geldi. Aynı zamanda imarcı, kültürel ve insani değerlerin koruyucusuydu. Zamanını ilim, cihad veya devlet işleriyle geçirirdi.
Davana inan, hedefe kilitlen
Nureddin Zengî’nin ölümünden sonra iki ana gaye uğrunda çaba harcadı: 1) Nureddin döneminde oluşturulan siyasî birliği dağılmaktan korumak ve onun zamanında girişilen imar faaliyetlerini devam ettirmek, 2) bir türlü gerçekleştirilemeyen Kudüs’ün ve sahil bölgelerinin Haçlı istilasından kurtarılıp İslam dünyasını düştüğü içler acısı durumdan çıkarmak. İlk hedefine 10 yıldan fazla süren bir mücadelenin ardından ulaştı. Hıttin zaferi ve sahil bölgesinin fethiyle ikinci gayesine ulaşmasına az kalmıştı ki, 3. Haçlı Seferi buna engel oldu. İslam dünyasının kendisini yalnız bırakmasına rağmen Haçlılara karşı giriştiği amansız mücadele, gösterdiği gayret ve sebat Avrupalılara Kudüs’ü geri almanın imkânsızlığını gösterdi. Böylece Nureddin’in ölümüyle boşalan mevkii hakkıyla doldurup, ondan devraldığı İslam sancağını daha ileri taşıyarak emsalsiz bir lider olduğunu ispatladı. Ölümünden sonra yerini doldurabilecek bir lider çıkmadığı için sahilde birbirinden ayrı üç bölgeye sıkıştırılmış olan Haçlı devletleri varlıklarını bir asır daha devam ettirebildiler.
Biriktirdikçe değil dağıttıkça çoğalırsın
Cömertliği dillere destandı. Öldüğünde has hazinesinde topu topu 1 Mısır dinarı (altın para), 36 ya da 37 Nasırî dirhemi (gümüş para) vardı. Bir şey vereceği zaman uzun uzadıya düşünmezdi. Akka önlerinde Haçlılar karşısında kaldığı süre içinde develer hariç 18 bin at ve katır masraf etmişti. Harcadığı para, altın, elbise ve silahların tespiti ise mümkün değildi. Mısır’daki Fatımî Devleti’ni ortadan kaldırdığı zaman (1171) sayılamayacak kadar çok ve çeşitli zahire ele geçirmiş ancak hepsini halka dağıtmıştı. O dönemde çok zengin olan Âmid (Diyarbakır) şehrini ele geçirince ganimeti arkadaşlarının itirazlarına rağmen Artuklulardan Nureddin b. Kara Arslan’a vermişti. Savaşta kendi atını askere verir, başkalarından at isterdi. Herkes onun atına biner, ondan iyilik ve ihsan beklerdi. Bir kaynak 3. Haçlı Seferi sırasında askerlerine 12 bin at dağıttığını söyler.
Tevazu ve saygıya misliyle döner
Veziri ve sır kâtibi Kadı Fadıl, kardeşi el-Melikü’l-Adil, yeğenleri Takiyyüddin ile Ferruhşah gibi akrabalarının, birçok değerli bürokrat, ilim adamı ve kumandanın Selahaddin’in başarısındaki payı büyüktür. Tevazu gösterip onlara danışmaktan ve başarılı uygulamalarını örnek almaktan çekinmemesi askerlik dehası ile ilmi buluşturup çağdaşlarının kolay kolay göze alamayacağı başarılara imza atmasını sağlamıştır.
Hiç kimseye karşı büyüklük taslamaz, asla kibirlenmezdi. Kibirlenen hükümdarları ayıplardı. Fakirler ve dervişler yanında toplanır, semâ merasimleri düzenlerlerdi. Biri semâ için kalksa o da ayağa kalkar ve semaını bitirinceye kadar oturmazdı.
Bilgiden Fayda var münakaşadan değil
İyi bir eğitim görmüş olup Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Farsça biliyordu. Kur’an-ı Kerim ve Ebu Temmam’ın el-Hamase adlı eseri ezberindeydi. Tarih bilgisine sahipti ve tarihî tecrübelerden sık sık faydalanırdı. Onun meclisinde bulunanlar hiç kimseden duymadıkları bilgileri ondan öğrenirlerdi. Silefî, Kutbeddin en-Nişaburî, İbn Avf ve İbn Şeddad gibi zamanındaki büyük din âlimlerinden hadis ve fıkıh dersleri almıştı. Bununla birlikte fakihlerin münakaşalarından ve felsefecilerden hoşlanmazdı. Müneccimlerin verdiği haberlere ise asla itibar etmezdi. Amelde Şâfî, itikadda Eşari’ydi.
Adalet düşmanın da hakkı
Yeğeni Takiyyüddin’i kendisinden şikâyetçi olan bir kişiyle birlikte hâkim huzuruna çıkmaya zorladığı bilinir. Akka karşısında karargâh kurduğu sıradaydı; ordu kadısı ile birlikte at sırtında dolaşırken bir Yahudi onlara şöyle bağırdı: “Müslümanların şeriatından (hukukundan) yardım diliyorum.” Gulâmlar (askerler) hemen adama sordular: “Kimden şikâyetçisin, sana haksızlık yapan kimdir, bize söyle.” Yahudi cevap verdi: “Sultan’ın kendisi. Gulâmları bana tecavüz etti.” Bu sözleri işiten Sultan’ın canı çok sıkıldı ve derhal atından indi. Onu gören kadı da hemen atından indi. Sultan Selahaddin, kadının karşında Yahudi ile yan yana durdu. Yahudi kadıya anlatmaya başladı: “Ben Şam tacirlerindenim. Deniz yolu ile İskenderiye’den geliyorum. Yanımda 20 yük şeker vardı. Akka limanına çıkınca adamlarınız beni soydular ve bana, sen kâfirsin, malların Sultan’ın hakkı, dediler.” Bunun üzerine Selahaddin şekere el koyanları getirtti. Bunlar şekeri hazineye teslim ettiklerini söylediklerinden şekerin bedeli Yahudi tacire ödendi.
Bir gün adamlarından biri bir deveci hakkında şikâyette bulunmuştu. Bunun üzerine Sultan, “Müslümanların aralarındaki anlaşmazlıkları çözen kadıları vardır. Mahkemeye şikâyet kapısı herkese açıktır. Ben inzibatı temin ile mükellefim. Mahkeme senin hakkında gerekli gördüğü kararı verir” demişti.
Basit hataları büyütmek seni küçültür
Sultan Selahaddin küçük hataları görmezlikten gelir, kızmazdı. Bir gün ileri gelen adamları ile birlikte otururken çocuk yaşta olan gulâmlar oyun oynuyorlardı. Bunlardan biri ayağındaki sandaleti çıkarıp arkadaşına fırlattı, ancak ayakkabı Sultanın dizinin dibine düşmesin mi! O ise bir gönül sultanına yakışır biçimde hemen yüzünü başka tarafa çevirdi ve yanındakiyle konuşmağa devam ederek hadiseyi görmemiş gibi davrandı.
Bir defasında sıcak bir günde adamlarından su istedi fakat su getirilmedi. İkinci ricasında yine kimseden ses çıkmadı. Üç, dört, beş. Su getiren yoktu. Bunun üzerine dayanamayarak “Dostlar, vallahi susuzluktan öleceğim” deyince suyu içmek kısmet oldu.
Gönülleri fethet!
Güler yüzlü olup yüzünü asmazdı. İnsanlar hakkında iyi sözler söylenmesini ister, kendisi de seviyesi düşük ve kaba sözler sarf etmezdi. Sultan’ı Kudüs’te ziyaret eden meşhur âlim Abdüllatif el-Bağdâdî onun hakkında şu sözleri sarf etmiştir: “Huzuruna vardığımda gözleri heybet, kalpleri muhabbetle dolduran bir hükümdar gördüm. Arkadaşları ona benzemeye çalışıyorlar, birbirleriyle iyilikte yarışıyorlardı. Huzuruna çıktığım ilk gece meclisini âlimlerle dolu buldum. Bu âlimler çeşitli ilim dallarında konuşuyorlardı. İnsanlar, onda peygamberlerde gördükleri meziyetlere benzer özellikler gördüler. İyi, kötü, Müslüman ya da kâfir olsun herkes tarafından seviliyordu.”
Hataları affet ihaneti asla!
Sözüne sadık, insani duyguları kuvvetli biriydi. Hata yapanları, kendisine kaba davrananları ve suçluları affetmekten yanaydı. Hep şöyle derdi: “Haklı olarak cezalandırmaktansa af hususunda hata yapmayı tercih ederim.” Ama bunun da istisnaları vardı. Mesela Fatımîlere önce yumuşak davranmış, ancak düşmanlarla birleşerek aleyhinde komplo hazırlamaları üzerine tutumunu değiştirmişti. Haçlı lideri Renauld de Chatillon’u yeminlerini sık sık bozduğu için öldürmüştü. Bu kararı verdiği sırada hükümdarların öldürülmesinin âdet olmadığını, ancak onu yeminlerini tutmadığı için öldürdüğünü söylemiştir. Kudüs ve sahil bölgesinin fethi sırasında Haçlılara gösterdiği merhametli davranışları Avrupalı tarihçilerce büyük bir takdirle karşılanmıştır. Templier (Tapınak) ve Hospitalier şövalyelerine karşı da sert davrandığını biliyoruz. 3. Haçlı Seferi’ne komuta eden İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard’ın Akka’da aman dileyen Müslümanları kılıçtan geçirmesinden sonra o da misilleme olarak ele geçirdiği Haçlıları öldürtmüştür.
Güven ver emniyet bul
Hayatı boyunca verdiği sözden döndüğü ve ahdine vefa göstermediği görülmemiştir. Bu yüzdendir ki Haçlı Seferlerindeki en büyük rakibi Arslan Yürekli Richard ve onun nezdinde Avrupa’nın büyük saygısını kazanmıştır. Askerleri ona karşı itaatkârdı; çünkü adamlarına, askerlerine ve memurlarına arkadaş gibi davranırdı. Herkes onun yanında kendisini rahat hisseder, bir sultan ile oturduğunun farkında olmazdı. Bu yüzden fikirlerini çekinmeden ona açabilirlerdi.
Avusturya’da 17. yüzyıldan kalma bir mahzende Osmanlı ordusu tarafından binek hayvanı olarak kullanıldığı sanılan bir devenin iskeleti bulundu. 1683’te Dördüncü Mehmet dönemindeki İkinci Viyana Kuşatması sırasında Viyana yakınlarındaki Tulln kentinde bırakıldığı veya takas edildiği sanılan hayvanın kemikleri Orta Avrupa’da hiç eksiksiz bulunan ilk deve iskeleti oldu. Kemikler üzerinde yapılan DNA analizi, hayvanın orduda popüler olan melez bir deve türünden olduğunu ortaya çıkardı.
Kemiklerde ayrıca, hayvanın üzerine eyer takıldığını ve binildiğini gösteren belirtiler bulundu. PLOS One dergisinde yayımlanan bulgular, kentte yeni bir alışveriş merkezi yapılması için sürdürülen çalışmalar sırasında yapılan arkeolojik bir kazıda ortaya çıkarıldı.
Mahzende bulundu
Araştırmacılar tamamıyla korunmuş olan deve iskeletini, atılan çöpler, çanak ve çömleklerle dolan bir mahzende buldu. Konuyla ilgili makaleyi kaleme alanlardan Dr Alfred Galik, BBC’ye verdiği demeçte, “ilk başta tuhaf bir büyükbaş hayvana aitmiş gibi görünen çene kemiğini gördüm, omurga ise bir atınkine benziyordu. Daha sonra çıkan uzun kemiklerle hayvanın bir deve olduğunu belirledik” dedi.
Daha önce kimileri Roma dönemine ait bazı iskelet parçaları bulunmuş olmasına rağmen, Orta Avrupa’da ilk kez bütün bir deve iskeleti bulunuyor. Kafatasının biçimi ve yapılan genetik testler, devenin Dromedarius türü tek hörgüçlü bir dişi ile Bactrianus türü çift hörgüçlü bir erkek devenin çiftleşmesi ile elde edilen melez bir tür olduğunu gösterdi.
Osmanlı ordusunda atların yanı sıra develerin de kullanıldığı bildiriliyor. Daha önce Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma tek eksiksiz deve iskeleti İstanbul Yenikapı Metro ve Marmaray kazıları sırasında bulunmuştu.
(BBC Türkçe)
Kemiklerde ayrıca, hayvanın üzerine eyer takıldığını ve binildiğini gösteren belirtiler bulundu. PLOS One dergisinde yayımlanan bulgular, kentte yeni bir alışveriş merkezi yapılması için sürdürülen çalışmalar sırasında yapılan arkeolojik bir kazıda ortaya çıkarıldı.
Mahzende bulundu
Araştırmacılar tamamıyla korunmuş olan deve iskeletini, atılan çöpler, çanak ve çömleklerle dolan bir mahzende buldu. Konuyla ilgili makaleyi kaleme alanlardan Dr Alfred Galik, BBC’ye verdiği demeçte, “ilk başta tuhaf bir büyükbaş hayvana aitmiş gibi görünen çene kemiğini gördüm, omurga ise bir atınkine benziyordu. Daha sonra çıkan uzun kemiklerle hayvanın bir deve olduğunu belirledik” dedi.
Daha önce kimileri Roma dönemine ait bazı iskelet parçaları bulunmuş olmasına rağmen, Orta Avrupa’da ilk kez bütün bir deve iskeleti bulunuyor. Kafatasının biçimi ve yapılan genetik testler, devenin Dromedarius türü tek hörgüçlü bir dişi ile Bactrianus türü çift hörgüçlü bir erkek devenin çiftleşmesi ile elde edilen melez bir tür olduğunu gösterdi.
Osmanlı ordusunda atların yanı sıra develerin de kullanıldığı bildiriliyor. Daha önce Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma tek eksiksiz deve iskeleti İstanbul Yenikapı Metro ve Marmaray kazıları sırasında bulunmuştu.
(BBC Türkçe)
Tokat’taki Sebastapolis Antik Kenti’nin gün yüzüne çıkarılması için ören yerinin üzerinde kurulu Sulusaray ilçesinin başka yere taşınması düşünülüyor.
Tokat’ta Sebastapolis Antik Kenti üzerinde kurulu bulunan ve merkez nüfusu 3 bin 500 olan Sulusaray ilçesinin, ören yerinin gün yüzüne çıkarılması için başka yere taşınması planlanıyor. Sulusaray Belediye Başkanı Halil Demirkol, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Sebastapolis Antik Kenti’nin ilçe merkezinde yer aldığını söyledi. Antik kentin 3 medeniyete ev sahipliği yaptığını belirten Demirkol, “Antik kentte 22 sene aradan sonra 2013 yılında kazı çalışmaları başladı, 3 yıldır devam ediyor. Bu sene 10 evimiz kamulaştırılacak. Kazı çalışması bu sene de sürecek. Kültür ve Turizm Bakanlığımıza verdiği desteklerden dolayı teşekkür ediyoruz.
Sebastapolis Antik Kentimizi gün yüzüne çıkarmak için ilçemizi buradan başka bir bölgeye taşıyacağız.”Demirkol, antik kentin üzerinde çok sayıda ev bulunduğunu, bu evlerin bir an önce boşaltılması ve TOKİ tarafından 500 dönümlük alana kültürel dokuya uygun evler yapılması gerektiğini ifade ederek, “Başkanlık dönemimizde ilçemizi buraya (yeni yere) taşımak istiyoruz. TOKİ’nin ev yapacağı bölgeyle ilgili her türlü çalışma yapılmış” dedi. İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdurrahman Akyüz ise Sebastapolis Antik Kenti’nin Tokat için önemli olduğunu belirterek, “1990’lı yıllarda burada kazı çalışmaları yapılmış.
Yalnız kazı çalışmaları bazı nedenlerle durmuş. 22 yıl aradan sonra 3 yıl önce kazı çalışması yapıldı, 3 senedir de sürüyor. Gaziosmanpaşa Üniversitemiz ve Müze Müdürlüğümüzün iş birliğinde, Kültür ve Turizm Bakanlığımız ve İl Özel İradesi’nin destekleriyle kazı çalışmalarımız yapılıyor. Üniversitemizin bu kazı çalışmasına sahip çıkması önemli. Çok uzun soluklu bir kazı. Buranın gün yüzüne çıkması 30-40 yıl sürebilir” şeklinde konuştu.
İlçenin yerleşim yerinin Sebastapolis Antik Kenti’nin üzerinde bulunduğuna işaret eden Akyüz, şunları kaydetti: “İlçemizdeki evler kazı alanı üzerinde. Bu zamana kadar ciddi kamulaştırma çalışmaları yaptık, kamulaştırma çalışmalarımız sürüyor. Valimiz Cevdet Can, Sebastapolis Antik Kenti’ne önem veriyor. İngiltere kraliyet tahtının varisi olan Galler Prensi Charles Philip Arthur George, 1990’lı yıllarda burayı ziyaret etmiş. Valimiz Prens Charles’a mektup yazarak Tokat’a davet etti. Burası Efes kadar da olabilir, Efes’ten büyük de olabilir. Buranın zengin bir şehir olduğu da düşünülüyor çünkü eskiden zenginlerin yaşadıkları yerlerin yakınlarında kaplıca bulunuyormuş. Buranın da yakınlarında kaplıca var. İlçenin komple oradan taşınıp, oranın bir kazı alanına dönüştürülmesi lazım.”
Sebastapolis Antik Kenti
Tokat kent merkezine 69 kilometre uzaklıktaki Sulusaray’da bulunan ve kuruluşu kesin olarak bilinmeyen Sebastapolis Antik Kenti’nin, bazı kaynaklarda, milattan önce 1. yüzyılda kurulduğu belirtiliyor. Roma İmparatoru Trajan zamanında, milattan sonra 98-117 yıllarında, Pontus Galatius ve Polemoniacus eyaletlerinden ayrılarak Cappadocia (Kapadokya) eyaletine dahil edildiği kaydedilen antik kentin, o dönem geçiş yolları üzerinde bulunması ve günümüzde de kullanılan termal kaynaklar sayesinde 2 bin yıl kadar önce Karadeniz’in en büyük 5 şehrinden biri olduğu anlatılıyor. Roma İmparatorluğu döneminde çok az şehrin sahip olduğu zenginliğin bir göstergesi olarak para basma yetkisine sahip olduğu ifade edilen Sebastapolis’in, büyük savaşlar, yıkımlar, afetler ve geçiş yollarının değişmesi sonucu eski önemini kaybettiği, zamanla unutulduğu kaydediliyor.
Tokat’ta Sebastapolis Antik Kenti üzerinde kurulu bulunan ve merkez nüfusu 3 bin 500 olan Sulusaray ilçesinin, ören yerinin gün yüzüne çıkarılması için başka yere taşınması planlanıyor. Sulusaray Belediye Başkanı Halil Demirkol, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Sebastapolis Antik Kenti’nin ilçe merkezinde yer aldığını söyledi. Antik kentin 3 medeniyete ev sahipliği yaptığını belirten Demirkol, “Antik kentte 22 sene aradan sonra 2013 yılında kazı çalışmaları başladı, 3 yıldır devam ediyor. Bu sene 10 evimiz kamulaştırılacak. Kazı çalışması bu sene de sürecek. Kültür ve Turizm Bakanlığımıza verdiği desteklerden dolayı teşekkür ediyoruz.
Sebastapolis Antik Kentimizi gün yüzüne çıkarmak için ilçemizi buradan başka bir bölgeye taşıyacağız.”Demirkol, antik kentin üzerinde çok sayıda ev bulunduğunu, bu evlerin bir an önce boşaltılması ve TOKİ tarafından 500 dönümlük alana kültürel dokuya uygun evler yapılması gerektiğini ifade ederek, “Başkanlık dönemimizde ilçemizi buraya (yeni yere) taşımak istiyoruz. TOKİ’nin ev yapacağı bölgeyle ilgili her türlü çalışma yapılmış” dedi. İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdurrahman Akyüz ise Sebastapolis Antik Kenti’nin Tokat için önemli olduğunu belirterek, “1990’lı yıllarda burada kazı çalışmaları yapılmış.
Yalnız kazı çalışmaları bazı nedenlerle durmuş. 22 yıl aradan sonra 3 yıl önce kazı çalışması yapıldı, 3 senedir de sürüyor. Gaziosmanpaşa Üniversitemiz ve Müze Müdürlüğümüzün iş birliğinde, Kültür ve Turizm Bakanlığımız ve İl Özel İradesi’nin destekleriyle kazı çalışmalarımız yapılıyor. Üniversitemizin bu kazı çalışmasına sahip çıkması önemli. Çok uzun soluklu bir kazı. Buranın gün yüzüne çıkması 30-40 yıl sürebilir” şeklinde konuştu.
İlçenin yerleşim yerinin Sebastapolis Antik Kenti’nin üzerinde bulunduğuna işaret eden Akyüz, şunları kaydetti: “İlçemizdeki evler kazı alanı üzerinde. Bu zamana kadar ciddi kamulaştırma çalışmaları yaptık, kamulaştırma çalışmalarımız sürüyor. Valimiz Cevdet Can, Sebastapolis Antik Kenti’ne önem veriyor. İngiltere kraliyet tahtının varisi olan Galler Prensi Charles Philip Arthur George, 1990’lı yıllarda burayı ziyaret etmiş. Valimiz Prens Charles’a mektup yazarak Tokat’a davet etti. Burası Efes kadar da olabilir, Efes’ten büyük de olabilir. Buranın zengin bir şehir olduğu da düşünülüyor çünkü eskiden zenginlerin yaşadıkları yerlerin yakınlarında kaplıca bulunuyormuş. Buranın da yakınlarında kaplıca var. İlçenin komple oradan taşınıp, oranın bir kazı alanına dönüştürülmesi lazım.”
Sebastapolis Antik Kenti
Tokat kent merkezine 69 kilometre uzaklıktaki Sulusaray’da bulunan ve kuruluşu kesin olarak bilinmeyen Sebastapolis Antik Kenti’nin, bazı kaynaklarda, milattan önce 1. yüzyılda kurulduğu belirtiliyor. Roma İmparatoru Trajan zamanında, milattan sonra 98-117 yıllarında, Pontus Galatius ve Polemoniacus eyaletlerinden ayrılarak Cappadocia (Kapadokya) eyaletine dahil edildiği kaydedilen antik kentin, o dönem geçiş yolları üzerinde bulunması ve günümüzde de kullanılan termal kaynaklar sayesinde 2 bin yıl kadar önce Karadeniz’in en büyük 5 şehrinden biri olduğu anlatılıyor. Roma İmparatorluğu döneminde çok az şehrin sahip olduğu zenginliğin bir göstergesi olarak para basma yetkisine sahip olduğu ifade edilen Sebastapolis’in, büyük savaşlar, yıkımlar, afetler ve geçiş yollarının değişmesi sonucu eski önemini kaybettiği, zamanla unutulduğu kaydediliyor.
İLBER ORTAYLI İLE ESKİ DÜNYA’YA YOLCULUK FIRSATI…
“Eski Dünya Seyahatnamesi rastgele bir isim değil. Henüz Balkanlar ve Ortadoğu’nun eski havasını muhafaza ettiği günlerdeki gezilerimi içeriyor. Tarih, gezginin vazgeçemeyeceği bir değerlendirme alanı… Benim eski dünyam, bugün artık değişiyor.”
İLBER ORTAYLI
Çok gezen mi daha iyi bilir, yoksa çok okuyan mı?
Peki ya hem okuyup hem de gezme imkânı bulanlar? Küçük bir bavul ve rehber kitaplarıyla Balkanlardan Avrupa’ya, Akdeniz’den Uzakdoğu’ya 45 yıldır gezen “seyyah” İlber Ortaylı’ya eşlik etmek isterseniz ESKİ DÜNYA SEYAHATNAMESİ tam size göre!
Isfahan, Venedik, Kudüs, Kırım, Tokyo, Yemen, Barcelona, Girit, Berlin, Japonya, Kafkasya, Hindistan, Bosna… Günümüzün Evliya Çelebi’si İlber Ortaylı’nın henüz Avrupa, Balkanlar ve Ortadoğu’nun eski havasını muhafaza ettiği günlerdeki gezilerine eşlik ederken ülke ve şehirlerin büyülü zamanlarına gidecek ve seyahat notları üzerinden, artık değişen, izleri silinmeye başlayan Eski Dünya’nın kapılarını aralayacaksınız.
Atalarımızın Anadolu’ya gelmeden önce kaç asır oturduğu ve hâlâ da nüfusunun önemli bir kısmını kuzenlerimizin teşkil ettiği Ortadoğu’dan köşe bucak buram buram tarihimiz kokanBalkanlara; havasını yakaladığınız zaman kocaman bir coğrafyanın ve uzun bir tarihin küçülüp sizinle kucaklaştığı bir tiyatro olan Akdeniz’den okumakla, filmle, resimle anlaşılamayan Asya dünyasına; tezatlar içinde gelişen kapalı kutu Uzakdoğu’dan pek çok ünlü sanatçıyı bağrında yetiştiren, sanatın ve tarihin merkezi Avrupa’ya kadar bir uçtan bir uca muhteşem bir yolculuk…
@anadolutarih
Ön Türklerin ortaya çıkışı ile Dünya Tarihi yazılmaya başlandı. Asya steplerinde ortaya çıkan bu toplum, tarihin sonraki evrelerinde Dünya medeniyetini inşa edecektir.
Ön Türk’ler! Yani Türk’lerin ataları. Türk Tarihinde henüz son 100 yılda gün yüzüne çıkartılabilmiş ve günümüz teknik imkanlarıyla ana hatlarına ve kısmen de olsa detaylarına vakıf olabildiğimiz Ön Türkler dönemi tarihimiz açısından fevkalade öneme sahiptir. Öncelikle Ön Türk ifadesini netleştirmemiz gerekiyor. Ön Türkler, Türk olarak tanımladığımız etnik kimliğin kökenlerini teşkil eden unsurlardır. Bu unsurlara tam anlamıyla Türk’tür diyemeyiz. Çünki bu toplum kendilerine henüz “Türk” dememektedir. Kendilerine Türk sıfatını koymaları binlerce yıl sonra gerçekleşecektir.
Bunun yanında Türk değildir dememizde mümkün değildir. Zira Türk kimliğini oluşturan genetik, etnik, kültürel, dini ve toplumsal temeller Ön Türk’ler döneminde inşa edilmiş ve günümüze kadar Türk’ler tarafından miras olarak kabul edilerek yaşatılmıştır. Bu değerleri Türk’ler dışından sahiplenmiş ve yaşatabilmiş başka bir toplum bulunmadığından, aynı zamanda genetik olarak da mirasçı kabul edildiğinden, ifade olarak Ön Türk’ler dememiz doğru olacaktır.
Bunun yanında Türk değildir dememizde mümkün değildir. Zira Türk kimliğini oluşturan genetik, etnik, kültürel, dini ve toplumsal temeller Ön Türk’ler döneminde inşa edilmiş ve günümüze kadar Türk’ler tarafından miras olarak kabul edilerek yaşatılmıştır. Bu değerleri Türk’ler dışından sahiplenmiş ve yaşatabilmiş başka bir toplum bulunmadığından, aynı zamanda genetik olarak da mirasçı kabul edildiğinden, ifade olarak Ön Türk’ler dememiz doğru olacaktır.
Öncelikle Ön Türk’lerin genetik soy ağacını incelememiz gerekiyor. Ön Türkler 1. Derecede Esas Irk’lardan olan Beyaz Irk ile 2. Derecede “Melez” Irk’lardan olan Amerind’lerin akrabalık bağı neticesinde ortaya çıkmış 3. Derecede “Türemiş” bir Irk’dır. Ön Türk varlığını tarih sahnesine çıkartan bu akrabalık bağı, tespitlere göre Taş Çağı olarak adlandırdığımız, buzul çağının sona ermesinden kısa bir süre sonra gerçekleşmeye başlamıştır.
Bilindiği üzere Milyonlarca yıl önce başlayan Buzul Çağı, -100.000’lerde etkisini azalttı, -18.000’lerde Zirve noktasına ulaştıktan sonra hızla etkisini yitirerek -10.000’lerde tamamen sona edi. Asya’da iklimsel ve coğrafi zorluklar nedeniyle zor bir yaşam sürdürmeye çalışan İnsanoğlu, Buzul Çağı’nın son bulmasıyla hızla çoğalmaya ve İnsanlık Tarihinin temellerini oluşturmaya başladılar. Bu oluşum süreci içerisinde Ön Türk olarak tanımladığımız toplumlar ortaya çıkmış, önce genetik olarak ayrışmış, sonrasında kültürel değerlerini ve toplumsal yaşayış şekillerini edinerek kendisine “Türk” adını vererek örgütlenmiştir.
Ön Türk’leri oluşturan unsurlardan biri olan “Beyaz Irk”, insanoğlunun Afrika’dan Asya’ya göç hareketine giriştiği -70.000’li yıllardan beri Asya kıtasını mesken edinmiş, -40.000’lerde genetik olarak diğer Irk’lardan ayrı nitelikler kazanarak burada yayılmış kadim Irk’lardan biridir. Günümüzde çekik gözlü insanlar hariç beyaz ten rengine sahip tüm insanların bu Irktan türediği kati bir gerçektir. Beyaz Irk, Asya’daki varlığını devam ettirirken ilk resimleri çizerek bu resimlere anlamlar yüklemiş, sonrasında damgalara ve yazıya dönüştürmüştür. Ön Türk’lerin atalarından bir diğeri de Amerind’ler yani Kızıl Derililer olarak tanımladığımız Amerikan yerlilerinin atalarıdır. Amerindler, Kuzey bölgelerinde yaşayan “Sarı Irk” ile Beyaz ve beklide bir miktar Siyah Irk’ın akrabalık bağları neticesinde oluşmuş ilk Melez Irk’dır. Amerindler -25.000’li yıllarda ortaya çıkarak bir bölümü kuzeyden Bering Boğazı üzerinden Amerika’ya göç etmiş, diğer bir kısmı Asya’da kalarak varlığını devam ettirmiştir. -18.000 de Zirve noktasına ulaşan Buzul çağı nedeniyle güney bölgelerine doğru göç etmiş ve Asya toplumları ile karışmıştır. Ön Türk’lerin oluşum süreci bu iki Irk’ın akrabalık bağları karışması ile ortaya çıkmıştır.
Avrasyalı Ön Türk’ler
Beyaz Irk ve Amerind’lerin ilk akrabalık bağı -8.000’lerde gerçekleşir. Buzul Çağının sona ermesiyle birlikte yeryüzünün daha yaşanabilir bir yer olmaya başlar ve akarsular, göller, dereler yani hayatın kaynağı SU yeryüzündeki yaşanabilir mekanların temellerini oluşturmuştu. Bu dönemde Aral gölü, yoğun insan popülasyonuna sahip bir yerleşke durumundadır. Bu bölgenin yerlileri olan Beyaz Irk, Aral gölü civarında varlıklarını devam ettirmekteydiler. Kuzey bölgelerinde yaşayan Amerind’lerin bir bölümü, -8.000’lerde güney bölgelerine doğru göç hareketi başlatmışlardı. Bu göç hareketi ile Aral gölüne kadar inen Amerind toplulukları, bölgede yaşayan Beyaz Irk ile muhatap olarak aynı coğrafyayı paylaşırlar. Bu paylaşım zaman içerisinde evlenmelerle akrabalık bağına dönüşmüş ve iç evliliklerle genetik olarak müstakil bir hal almıştır. İlerleyen yüzyıllarda dış toplumların etkenlerine maruz kalmayarak iç evlilikler ile akrabalık bağını güçlendiren bu toplumlar artık birbirinden ayrı iki Irk değil birbirlerine benzeyen tek bir toplum haline gelirler. Bu akrabalık bağı ilk Ön Türk kolunu meydana getirir. Bu kol hem Beyaz Irk’ın hem Amerind’lerin sosyal yaşantısı, dini inançları ve genetik özelliklerinin bir karışımı halinde yeni bir Etnik yapı oluşturur. Ön Türk tarihindeki en derin izler bu yeni toplumun eseridir. Bu kol, tarihin sonraki evrelerinde Sümerler, Sakalar, Tirikler, Hurriler ve Etrüskler olarak karşımıza çıkartacaktır. Bu sebeple bu kola Avrasyalı Ön Türk’ler diyoruz.
Asyalı Ön Türk’ler
İkinci akrabalık bağının gerçekleşmesi -2.000’lerde Asya steplerinde gerçekleşti. Asya’nın kuzey bölgelerinde varlıklarını sürdüren Amerind’ler, bir kolları Aral gölüne göç etmişse de bütünlüklerini korumuş ve yoğun dış etkilere maruz kalmadan varlıklarını devam ettirmişlerdi. -8.000’ler küçük bir kolu Aral’a geç eden Amerindler, göç hareketine devam ederek Baykal Gölü ile Tanrı Dağları arasında bulunan geniş coğrafyada yerleştiler. Binlerce yıl bu bölgede varlıklarını devam ettiren Amerindler artık Tanrı dağlarının yerlileri haline geldiler. Daha önce Aral Gölünde akrabalık bağı kuran bu iki ırk, bu kez Tanrı dağlarında bir araya geldiler. Asya içlerinde varlıklarını sürdüren Beyaz Irk’ın bir kolu Kuzey bölgelerine doğru göç hareketine girişti. Bu göç hareketi neticesinde Tanrı Dağları civarında yerleşik bulunan Amerind’ler ile sosyal bir karışım içerisine girdiler. Amerindlerin çoğunlukta, Beyaz Irk’ın azınlıkta olduğu bu toplum zaman içerisinde iç evlilikler ile müstakil bir topluluğa dönüşerek tek bir toplum haline geldiler. Bu topluluk, ağırlıklı olarak Amerind’lerin, azınlıklı olarak Beyaz Irk’ın genlerini taşımaktadır. Azda olsa Çekik gözlü olmaları bundandır. Amerindler’in Beyaz Irk ile karışan toplumları Asya Türkleri olmuş, Beyaz Irk ile karışmayan Amerindler ise Tanrı Dağlarının doğusuna doğru ilerleyerek burada Sarı Irk ile karışıp Moğolların, Sienpilerin, Tibetlilerin v.b. Asya halklarının ataları olan toplumları inşa ettiler. Bu kol, tarihin sonraki evrelerinde Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar v.b. İlk Türk Devletleri ile karşımıza çıkacaktır. Bu sebeple bu kola Asyalı Ön Türk’ler diyoruz.
-1.500 lü yıllarda Asyalı Ön Türk kolu ayrı bir Irk haline gelmiş, -8.000’lerde Aral Gölünde ortaya çıkan Avrasyalı Ön Türk kolu ise -3.500’lerde Sümer Devletini kurmuş, Sümerlerin -2.000’lerde yıkılmasıyla sonraki yüzyıllarda Asya’ya göç ederek takriben yine -1.500’lü yıllarda Asya’da bulunan Ön Türk kolu ile birleşip karışarak Türk kimliğini ortaya çıkartmıştır.
Burada dikkat edilmesi gereken ve muhtemelen bir soru işareti olarak beliren bir husustan bahsetmek gerekecektir. 1nci ve 2nci Ön Türk kolları olarak bahsettiğimiz iki ayrı bölgede, binlerce yıl arayla ortaya çıkan Etnik yapılar nasıl olurda aynı Etnik Köken ile ifade edilebilir? Şunu anımsamak gerekir ki ; her iki toplumda aynı atadan yani Amerind’ler ile Beyaz Irk’ın akrabalık bağı neticesinde ortaya çıkmıştır. Bunun yanında her iki toplumda da aynı Dini ve Kültürel değerler, aynı Yazı ve Dil, aynı yaşayış tarzı hakimdir. Buda aynı kültürün iki farklı coğrafyada iki farklı şekilde tezahürü olarak adlandırılabilir. Hem genetik, hem kültürel hem de etnik olarak birbirlerinden çok az farkı olan bu toplumların bir araya gelmesiyle “Türkler” ortaya çıkmıştır ki buda “Türk” kimliğini oluşturan bu iki kola “Ön Türk” dememizi fazlasıyla açıklar.
@anadolutarih
@anadolutarih
Ulusal egemenliğimizin yegane teminatı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışı ve Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün tüm dünya çocuklarına armağan ettiği; hepimizin bir nebze çocuk kaldığı ''23 Nisan'' Kut'lu olsun.
Anadolu Tarih
Anadolu Tarih
Eskişehir Azerbaycan Derneği ve Tarih Tarih'in katkılarıyla Anadolu Tarih Genel Yayın Yönetmeni Oğuzhan
Koç'un Yönetmenliğini yaptığı 1992 Hocalı Belgeseli Eskişehir'de yoğun ilgi ile karşılandı. Hazar Kısa Film Festivalinden eli boş dönmeyen belgesel bir çok Hocalı Soykırımını anma programında seyircilere izletildi.
Belgesel Hocalı Soykırımını konferanslarda dinleyicilere anlatmak isteyen profösörlere görsel kaynaklık etmesinin yanı sıra belgesel, sahip olduğu konuşmacılar ile kalitesini bir kez daha kanıtlamış durumda.
Görüntü Yönetmenliğini Mert Güneş'in Yard. Yönetmenliğini Özlem Çelik'in yaptığı belgesel bir haftalık bir çekim maratonunun ardından yayına girdi. Yayın öncesi Hocalı hakkında her türlü araştırmayı Anadolu Tarih ve Tarih Tarih ekibi beraber yaptılar.
Belgeselin tezlerini sağlamlaştıran konuşmacılar; Milliyetçi Hareket Partisi Mv. Sinan Oğan, Eskişehir Azerbaycan Derneği Başkanı Sn. Cavid Aydın, Kafkassam Derneği başkanı Hasan Oktay ve Bizim Ahıska Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yunus Zeyrek hocamız oldu. Yusuf Halaçoğlu ve Yavuz Bahadıroğlu'nun katılımları ise oluşan aksilikler sonrası gerçekleşmedi.
Ayrıca belgeselin danışmanlığını Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde öğretim elemanı olarak sürdüren Ferdi Bozkurt hocamız başta olmak üzere Doç. Dr. Yağmur Say, Hulki Cevizoğlu gibi isimler yaptı. Her türlü kitap, DVD ve arşiv kayıtları ise Eskişehir Azerbaycan Derneğince sağlandı.
Emeği Geçen Herkese Teşekkür Ederim.
Oğuzhan Koç
Belgeseli İzlemek İçin Tıklayın
Koç'un Yönetmenliğini yaptığı 1992 Hocalı Belgeseli Eskişehir'de yoğun ilgi ile karşılandı. Hazar Kısa Film Festivalinden eli boş dönmeyen belgesel bir çok Hocalı Soykırımını anma programında seyircilere izletildi.
Belgesel Hocalı Soykırımını konferanslarda dinleyicilere anlatmak isteyen profösörlere görsel kaynaklık etmesinin yanı sıra belgesel, sahip olduğu konuşmacılar ile kalitesini bir kez daha kanıtlamış durumda.
Görüntü Yönetmenliğini Mert Güneş'in Yard. Yönetmenliğini Özlem Çelik'in yaptığı belgesel bir haftalık bir çekim maratonunun ardından yayına girdi. Yayın öncesi Hocalı hakkında her türlü araştırmayı Anadolu Tarih ve Tarih Tarih ekibi beraber yaptılar.
Belgeselin tezlerini sağlamlaştıran konuşmacılar; Milliyetçi Hareket Partisi Mv. Sinan Oğan, Eskişehir Azerbaycan Derneği Başkanı Sn. Cavid Aydın, Kafkassam Derneği başkanı Hasan Oktay ve Bizim Ahıska Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yunus Zeyrek hocamız oldu. Yusuf Halaçoğlu ve Yavuz Bahadıroğlu'nun katılımları ise oluşan aksilikler sonrası gerçekleşmedi.
Ayrıca belgeselin danışmanlığını Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde öğretim elemanı olarak sürdüren Ferdi Bozkurt hocamız başta olmak üzere Doç. Dr. Yağmur Say, Hulki Cevizoğlu gibi isimler yaptı. Her türlü kitap, DVD ve arşiv kayıtları ise Eskişehir Azerbaycan Derneğince sağlandı.
Emeği Geçen Herkese Teşekkür Ederim.
Oğuzhan Koç
Belgeseli İzlemek İçin Tıklayın
Altında 121 Milletvekilinin imzası olan Türkiye'nin kuruluş belgesi Misak-ı Milli'nin orijinal belgesi
-Anadolu Tarih
-Anadolu Tarih
Anadolu Türk denizciliğinin temelleri daha XI. yüzyıl sonlarında İzmir ve havalisinde atılmış olmasına rağmen Türkler denizle daha önce tanışmışlardı. Nitekim Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu olan ve aynı zamanda Selçuklu hanedanından gelme Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın, Bizans’ın elinde bulunan İznik’i zapt etmesi suretiyle Türkler ilk defa olarak Marmara kıyılarına yerleşmiş ve İznik şehri başşehir yapılmıştır. İznik’in başkent olarak seçilmesi Türklerin bundan böyle denizlere yönelik bir politika takip etmesini göstermesi bakımından mühimdir.
Anadolu’da karmaşaların devam ettiği 1078-79 yılları arasında genç bir Türkmen Beyi olan Çaka Bey, Bizans güçleri eline esir düşmüş ancak Bizans’tan kaçtıktan sonra Anadolu’ya geçmeyi başarmış, öncelikle İzmir ve daha sonra Efes’te birer tersane kurdurarak ilk Türk Donanması’nı meydana getirmiştir.
Selçuklu Devleti’nin içinde bulunduğu durumu çok iyi değerlendiren Çaka Bey, biraz da bağımsız davranarak Ege’deki hakimiyeti ele geçirme faaliyetine başlamıştır. ilk Türk Donanması’nın 19 Mayıs 1090 tarihli Koyun Adaları Muharebesi Türklerin zaferi ile sonuçlanmıştır. Bu deniz savaşı Türklerin ilk deniz zaferidir.
1092 yılında Melek (Melik) Şah’ın ölümü ile dört yaşındaki oğlu Mahmud’un kral ilan edildiği bir sırada İzmit’e kaçmaya muvaffak olan Kılıçarslan’ın gelişi bütün Batı Ön Asya Türklerini yeniden birleştirmiştir. Büyük Meclis toplanmış, büyük kararlar alınmıştır. Memleket vilayetlere ayrılmış ve beylerine resmi sıfatlar verilmiştir. İzmir Vilayeti, Deniz Komutanlığı ile beraber Çaka Bey’e verilmiş ve bu suretle Türkiye’nin resmi Deniz Kuvveti kurulmuştur. Çaka Bey’in ölümü ile birlikte Türk denizciliği yaklaşık 300 yıl sürecek bir sessizliğe gömülmüştür.
Ertuğrul oğlu Osman 1299’da ufak bir kara hükümeti kurarak bir yıl içinde teşkilatlanmasını tamamlamış ve 10 sene içinde Gemlik, İzmit, Bursa ve daha birçok yerleri almıştır. Kuşattığı kalelere gelecek Bizans yardımını önlemek ve Kocaeli cephesine daha kestirme sevkıyat yapabilmek için Deniz Kuvveti’nin kurulmasına karar verilmiş ve Karamürsel Bey bu işle görevlendirilmiştir. Karasi’den gelen işçiler vasıtasıyla burada küçük gemiler yaptırılmış (1320) ve İzmit, Osmanlı Hükümeti’nin ilk Tersanesi ve Deniz Üssü olmuştur. Osmanlı Hafif Filosu’nun komutanlığını yaptığı için ilk Osmanlı Amirali olarak Karamürsel Bey’i tanırız.
Feodal Türk Beylikleri arasında denizciliği en ileri götüren şüphesiz Aydın Beyliği’dir. Bu beylik Selçuk ve İzmir limanlarında birer kuvvetli dayanak kurup hazırladığı filolarla Ege Denizi’ne girmiş, sonra Saruhan ve Menteşe Beyliklerini de ittifakına alıp, çalışma sahasını İyon Denizi’yle Karadeniz’e genişleterek XIV. yüzyılın ortalarına kadar yakın şarkta nüfuzlu bir halde kalmıştır. Aydın Beyliği denizciliğinin temellerini, Aydın Bey zamanında aramak lazımdır. Umur Bey’in komutasına girdikten sonradır ki, bu denizcilik şaşılacak derecede yükselmiştir. Umur Bey, Batı Ön Asya birliğini temel alarak Yakın Şark’ta kuvvetli bir hakimiyet kurmuştur. Aydın Beyliği’nin denizcilik yıldızı Umur Bey’in ölümü ile birlikte sönmüştür.
Yrd.Doç.Dr. Ali KANDİLLİ
Anadolu’da karmaşaların devam ettiği 1078-79 yılları arasında genç bir Türkmen Beyi olan Çaka Bey, Bizans güçleri eline esir düşmüş ancak Bizans’tan kaçtıktan sonra Anadolu’ya geçmeyi başarmış, öncelikle İzmir ve daha sonra Efes’te birer tersane kurdurarak ilk Türk Donanması’nı meydana getirmiştir.
Selçuklu Devleti’nin içinde bulunduğu durumu çok iyi değerlendiren Çaka Bey, biraz da bağımsız davranarak Ege’deki hakimiyeti ele geçirme faaliyetine başlamıştır. ilk Türk Donanması’nın 19 Mayıs 1090 tarihli Koyun Adaları Muharebesi Türklerin zaferi ile sonuçlanmıştır. Bu deniz savaşı Türklerin ilk deniz zaferidir.
1092 yılında Melek (Melik) Şah’ın ölümü ile dört yaşındaki oğlu Mahmud’un kral ilan edildiği bir sırada İzmit’e kaçmaya muvaffak olan Kılıçarslan’ın gelişi bütün Batı Ön Asya Türklerini yeniden birleştirmiştir. Büyük Meclis toplanmış, büyük kararlar alınmıştır. Memleket vilayetlere ayrılmış ve beylerine resmi sıfatlar verilmiştir. İzmir Vilayeti, Deniz Komutanlığı ile beraber Çaka Bey’e verilmiş ve bu suretle Türkiye’nin resmi Deniz Kuvveti kurulmuştur. Çaka Bey’in ölümü ile birlikte Türk denizciliği yaklaşık 300 yıl sürecek bir sessizliğe gömülmüştür.
Ertuğrul oğlu Osman 1299’da ufak bir kara hükümeti kurarak bir yıl içinde teşkilatlanmasını tamamlamış ve 10 sene içinde Gemlik, İzmit, Bursa ve daha birçok yerleri almıştır. Kuşattığı kalelere gelecek Bizans yardımını önlemek ve Kocaeli cephesine daha kestirme sevkıyat yapabilmek için Deniz Kuvveti’nin kurulmasına karar verilmiş ve Karamürsel Bey bu işle görevlendirilmiştir. Karasi’den gelen işçiler vasıtasıyla burada küçük gemiler yaptırılmış (1320) ve İzmit, Osmanlı Hükümeti’nin ilk Tersanesi ve Deniz Üssü olmuştur. Osmanlı Hafif Filosu’nun komutanlığını yaptığı için ilk Osmanlı Amirali olarak Karamürsel Bey’i tanırız.
Feodal Türk Beylikleri arasında denizciliği en ileri götüren şüphesiz Aydın Beyliği’dir. Bu beylik Selçuk ve İzmir limanlarında birer kuvvetli dayanak kurup hazırladığı filolarla Ege Denizi’ne girmiş, sonra Saruhan ve Menteşe Beyliklerini de ittifakına alıp, çalışma sahasını İyon Denizi’yle Karadeniz’e genişleterek XIV. yüzyılın ortalarına kadar yakın şarkta nüfuzlu bir halde kalmıştır. Aydın Beyliği denizciliğinin temellerini, Aydın Bey zamanında aramak lazımdır. Umur Bey’in komutasına girdikten sonradır ki, bu denizcilik şaşılacak derecede yükselmiştir. Umur Bey, Batı Ön Asya birliğini temel alarak Yakın Şark’ta kuvvetli bir hakimiyet kurmuştur. Aydın Beyliği’nin denizcilik yıldızı Umur Bey’in ölümü ile birlikte sönmüştür.
Yrd.Doç.Dr. Ali KANDİLLİ
Karaoğlan fedaisi olduğu Anadolu topraklarını ve bağlı bulunduğu hanlığı, Moğol işgalinden korumak için canını feda etmekten çekinmeyen bir Türk evladıdır. Savaş meydanlarındaki yiğitliği dillere destan olan Karaoğlan hükümdar kızlarından, Moğol prenseslerine kadar pek çok da kadının yüreğini yakmıştır. Bu sefer ezili rakibi Camoka'ya karşı Anadolu topraklarını kanının son damlasına kadar savunur...
1960'lı yılların ortalığı kasıp kavuran Karaoğlan çizgi roman serisinin, çizgilerin yaratıcısı Suat Yalaz tarafından sinemaya ilk uyarlaması olan film, henüz genç bir oyuncu olan Kartal Tibet'in de sinemaya geçiş yaptığı ilk yapım olma özelliğini taşıyor. Çekildiği dönem Anadolu'da fırtına estiren film, özellikle ardından gelen Karaoğlan, tarkan, Malkoçoğlu, Kara Murat gibi çizgi kahramanların ve epik tarihi aventürlerin de önünü açmıştır...
1960'lı yılların ortalığı kasıp kavuran Karaoğlan çizgi roman serisinin, çizgilerin yaratıcısı Suat Yalaz tarafından sinemaya ilk uyarlaması olan film, henüz genç bir oyuncu olan Kartal Tibet'in de sinemaya geçiş yaptığı ilk yapım olma özelliğini taşıyor. Çekildiği dönem Anadolu'da fırtına estiren film, özellikle ardından gelen Karaoğlan, tarkan, Malkoçoğlu, Kara Murat gibi çizgi kahramanların ve epik tarihi aventürlerin de önünü açmıştır...
Kâtip Çelebi (1609-1657)
On yedinci yüzyıl Osmanlı bilim dünyasının en önemli simalarından biri olan Kâtip Çelebi hakkında günümüze kadar çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Şüphesiz bu birikim, onun hayatını ve ilmî kişiliğini ortaya koymak açısından son derece önemlidir. Ancak bir yazarın kendisi hakkında, eserlerinde verdiği bilgileri göz önünde bulundurmak daha sağlıklı kanaatler ortaya konulmasına yardımcı olduğundan, Kâtip Çelebi'yi öncelikli olarak Süllemü'l-Vusûl ve Mîzânü'l-Hakk adlı eserlerinde verdiği otobiyografisi ışığında incelemekte fayda vardır.
Kâtip Çelebi Süllemü'l-Vusûl'da kendisini şöyle takdim etmiştir: "Doğum ve neş'et mahalli İstanbul olan Abdullah oğlu Mustafayım. Mezheben Hanefî ve meşreben İşrâkiyim.1 Beldemiz ulemâsı arasında Kâtip Çelebi, Divan mensuplarınca Hacı Halife diye anılırım". Kâtip Çelebi bu takdimden sonra annesini kaynak göstererek Şubat 1609'da doğduğunu belirtmiştir. Devamla babasının Enderun'da silahdâr olduğunu ve dolayısıyla zaman zaman seferlere katıldığını, çok dürüst, dindar, ilme ve ilim adamlarına saygılı bir kişi olması nedeniyle de daha küçüklüğünden itibaren onun yetişmesi için büyük titizlik gösterdiğini, beş altı yaşlarındayken Kur'an ve tecvid öğretmesi için Kırımlı İmam İsa Halife'yi kendisine hoca tuttuğunu kaydetmiştir. Kâtip Çelebi kendi ifadelerine göre, daha sonra İmam İlyas Hoca'dan Arapçanın gramerini okumuş, Hattat Böğrü Ahmed Çelebi'den de hüsn-i hat (güzel yazı) dersleri almıştır. 1623 yılında babası aracılığıyla dîvan kalemlerinden Anadolu muhasebesi kalemine katip olmuş, burada hesap kurallarını ve siyâkat yazısını öğrenmiştir. 1624 yılında babası ile birlikte Abaza Mahmut isyanını bastırmak için düzenlenen Tercan Seferi'ne, daha sonra 1625'de yine babasıyla Bağdat Seferi'ne katılarak savaş ortamını gözlemleme imkanı bulmuştur. Bu sefer dönüşünde, hem babasını hem de amcasını kaybeden Kâtip Çelebi oldukça meşakkatli bir yolculuktan sonra önce Diyarbakır'a gelmiş, orada baba dostu Mehmed Halife'nin yardımlarıyla bir müddet yine maliye dairelerinde çalışmıştır.2
1628-1629'da İstanbul'a geçmiş olan Kâtip Çelebi, meşhur Kadızâde Mehmed Efendi (ö.1635)'nin derslerine devam etmeye başlamış, ancak fazla bir zaman geçmeden 1629'da tekrar Hüsrev Paşa ile Hemedân ve Bağdat seferlerine katılmıştır. Bu seferlerden İstanbul'a dönünce (1631) yine Kadızâde'nin derslerine devam etmiştir. Ondan Tefsir, İhyâ-ı Ulûm, Mevâkıf Şerhi, Dürer ve Tarikat-ı Muhammediye okumuştur. Hocasının derslerini sathî ve aklî ilimler semtine uğramamış olarak niteleyen Kâtip Çelebi, Kadızâde'nin tefsir okurken aklî ilimlerle ilgili yerlere geldikçe "Kâdî burada felsefîlik eylemiş" deyip:
"Kelâm-ı felsefe fülse değer mi?
Ana sarraf-ı keyyis baş eğer mi?
Mantıkîler ölür ise gam değil
Zira onlar ehl-i imandan değil"3
dediğini naklederek, hocasının mantık ve felsefeye olan karşıtlığını örneklendirmek istemiştir. Kâtip Çelebi bu nedenle kendisinin "Kişi bilmediği nesnenin düşmanıdır" sözünü atasözü gibi kullandığını belirterek hocasının bu tavrını benimsemediğini dile getirmiştir.4
Bu vesile ile hocası hakkında kısaca bilgi veren Kâtip Çelebi'nin anlattıkları, dönemin düşünce hayatına ve kendi üzerindeki etkisine ışık tutması açısından önemlidir.
İfadelerine göre dinî hoşgörüsüzlüğüyle tanınan ve daha sonra kendi adıyla anılacak bir vaiz sınıfının ortaya çıkmasına neden olan hocası Kadızâde, o dönemde raks ve devir gibi bazı meseleleri tekrar gündeme getirerek Halvetîlerin, Mevlevîlerin ve mezarlık bekçilerinin düşmanlığını kazanmış, tasavvuf ve tarikatlara düşmanlığı nedeniyle zındıklıkla itham edilmiş, Regaip, Berat ve Kadir gecesi namazları gibi bazı konuları tartışmaya açmıştır. Ayrıca hocasının, "aykırı davran, tanınırsın" sözünü kendisine bir tarz olarak benimsemiş olduğunu, bu sayede padişahlarca da tanınarak herkese üstünlük kurduğunu ve işlerini kolayca hallettiğini belirtmiştir. Hocasının bu yapmacık tavrını bazı ahmakların ciddiye alarak ona uyduklarını, neticede insanların taassupla kuru kavgalara tutulduklarını anlatan Kâtip Çelebi, başta ilim adamları olmak üzere Müslüman Osmanlı halkına her fırsatta itidali tavsiye ettiğini kaydetmiştir.5
Söz konusu taassubun aklî ilimlerin kötülenip yalnız naklî ilimlere değer verilmesi sebebiyle ortaya çıktığını savunan Kâtip Çelebi, bu görüşünü "Uçmaya iki kanat lazımdır. Makûlât ve meşruât iki kanat yerindedir" gibi bir teşbihle ifade etmiştir. Taassub ile sağduyu arasında bir denge kurulması gerektiğine dikkat çekmiş6 olan Kâtip Çelebi, bu tavrını eserlerinde güzel bir şekilde sergilemiştir.
Kâtip Çelebi, işte böyle bir tartışma ortamı ve bazı ilmî çalışmalar içerisinde olduğu bir sırada 1633'de Sadrazam Tabanı Yassı Mehmed Paşa kumandasında düzenlenen İran Seferi'ne katılmak üzere derslerine bir kez daha ara vermiştir. Sefer esnasında Halep'te kışlamakta olan ordudan ayrılarak Hicaz'a geçmiş ve hac vazifesini yerine getirmiştir. Halep'ten Diyarbakır'a dönüldüğünde, yörenin ilim adamlarıyla görüşme fırsatı bulmuş olan Kâtip Çelebi, buradayken 1634'de IV. Murad'ın Revan Seferi'ne katılma durumunda kalmıştır. 1635'de bu seferden İstanbul'a döndükten sonra ise kalan ömrünü ilim öğrenmek ve öğrenci yetiştirmekle geçirmeye karar verdiğini "Küçük cihaddan büyük cihada döndük (yani savaştan bilgiye döndük)" sözüyle dile getirmiştir.7
Revan seferi dönüşü Halep'te sahaf dükkanlarını dolaşıp gördüğü kitapları kaydettiğini, İstanbul'a döndüğünde bir miras vesilesiyle elde ettiği paranın büyük kısmını kitaba harcadığını, daha sonra bunları okumaya koyulduğunu, özellikle de kişisel ilgi ve merakı nedeniyle tarih, tabakât ve vefeyât kitaplarıyla hayli meşgul olduğunu belirten Kâtip Çelebi, daha önce verdiği kararı sebebiyle IV. Murad'ın 1638'deki Bağdat Seferi'ne katılmamıştır. O sırada, ilmî birikim ve saygınlığıyla meşhur olmuş olan A'rec Mustafa Efendi'nin Beydâvî Tefsiri derslerine devam etmiştir. Daha önce aklî ve naklî ilimlere dair derslerine katıldığı âlimlere nispetle çok engin bir birikime sahip olduğu için A'rec Mustafa Efendi'yi kendisine üstat edindiğini belirtmiştir. Otobiyografisinde hem aklî hem de naklî ilimlerde kendisinden çok şey kazandığını belirten Kâtip Çelebi, onu ufkunu açan önemli bir kişi olarak zikretmiştir.
Eyüp Baş ( Bir bölümü yayınlanmıştır.)
İkinci Abdülhamid, modernleşme tartışmaları açısından Osmanlı tarihinin en ilginç figürlerinden birisidir. Bir taraftan bazıları, Abdülhamid'in 33 yıllık hükümranlığı döneminde modernleşme sürecini sona erdirdiğini iddia etmektedirler. Bu kişiler, Abdülhamid'e karşı temelde olumsuz yargılara sahiptirler. Bu kişilerin II. Abdülhamid'i algılamaları, Shaw'ın tasviri ile "kana susamış, gerici tiran, katil, zamanı mümkün olduğunca hızlı ve tamamen geri çevirmeye çalışan bir kişi" şeklindedir.1 Diğer taraftan bazıları da Abdülhamid'in reformları hızlandırdığını ve bu sayede 33 yıllık iktidarı süresince devletin bekasının biraz daha uzaması için uygun ortamı sağladığını iddia etmektedirler.2 Bu kişiler de II. Abdülhamid'i büyük bir reformcu, modernist, hatta bazen yürekten bir liberal olarak tasvir etmektedirler. Bu çalışmada Abdülhamid Dönemi'nin doğasını anlamak için bir orta yol bulma gayesi ile bu dönemin muhafazakâr düşüncenin sınırları içerisinde değerlendirilebileceği iddia edilmektedir. Bu çerçevede çalışmanın teorik arka planını oluşturmak üzere öncelikle muhafazakâr düşünceden anlaşılması gerekenin ne olduğu ana hatları ile ortaya konulacaktır. Daha sonra da bu birinci bölümde ortaya konan çerçeve içerisinde II. Abdülhamid dönemini anlamada muhafazakârlığın bize ne dereceye kadar katkıda bulunabileceği tartışılacaktır.
Muhafazakârlık: Teorik Arka Plan
Muhafazakârlık, "hızlı değişime ve yeniliğe karşı isteksiz, aşırılıklardan kaçınarak denge ve istikrarın muhafazası için uğraş veren genel bir fikri duruş"a işaret eder.3 Muhafazakârlık, ilk olarak Aydınlanma'ya karşı bir tepki olarak doğmuştur. Bu tutum doğrultusunda muhafazakârlar, Aydınlanma'nın beraberinde getirdiği yeni değerlere başkaldırmış ve bu değerlere yapılan vurguyu kendi kavramları ile ikame etmeye çalışmışlardır. Bu tavır alıştan hareketle muhafazakârlar, "akıl yerine inanca, özgürce sorgulama yerine geleneğe, eşitlik yerine hiyerarşiye, bireysellik yerine kollektif değerlere ve laik hukuk yerine ilahi veya doğal hukuka" büyük önem atfetmişlerdir.4 Muhafazakârlık, siyasal alanda her ne kadar anayasal demokrasiye ve bireysel haklara referansta bulunsa da temelde, bir yandan statükonun değerlerini yüceltmeye, diğer yandan da sosyal ve ekonomik değişime karşı ihtiyatlı olmaya eğilimlidir. Kısaca ifade etmek gerekirse; din, devlet, otorite, cemaat, millet, gelenek ve tarih, muhafazakârlığın en çok önem atfettiği başlıca kavramlardır. Mannheim'in terimleri ile ifade edecek olursak muhafazakârlık kendi benliğinden haberdar olan bir çeşit rasyonelize edilmiş bir gelenekçiliktir.5 Muhafazakârlar, birçok durumda geleneğin korunması koşuluyla devlet tarafında yer alırlar.
Bora'nın görüşüne göre muhafazakârlık, toplumun geleneksel, sosyal, siyasal ve kültürel yapılarının çözülüşüne neden olan kapitalist modernleşme sürecine duyulan tepkiye dayanır.6 Diğer bir deyişle muhafazakârlık, modernleşme süreci sonrasında geleneksel değerlere atfedilen anlamların saygınlığını yitirmesine duyulan tepkiyi ifade eder. Ancak muhafazakârlık her ne kadar, modernleşme veya Aydınlanma sürecine bir tepki olarak doğmuşsa da, onun değerlerini tamamen de reddetmemiştir. Muhafazakârlık, tarihin her bir bölümünde kendisini yeniden yaratır. Bu, muhafazakârlığı gerici hareketlerden ayıran temel özelliktir. Viereck'in deyişi ile "her şeyi şuursuzca korumaya çalışan gericilerle bazı şeyleri şuurluca korumaya çalışan muhafazakârlar" arasındaki farkın temel sebebi muhafazakârlığın kendisini tarihi sürekliliğin seyrine bırakmasıdır.7 Buradan muhafazakârlığın da belli bir dereceye kadar modernizmin sonuçlarından birisi olduğu iddia edilebilir.
Muhafazakârlığı teorik bir düzleme oturtmak, siyaset bilimcileri açısından çok da kolay bir iş değildir. Muhafazakârlığın etraflıca anlaşılabilmesini sağlamaya yönelik birçok yaklaşım vardır.8 Bilim adamlarının çoğu, muhafazakârlığı "siyasi bir ideolojiden ziyade fikri bir tavır alış" olarak görmektedirler.9 Bu anlamda muhafazakârlık "statükonun savunulması, verili düzenin rasyonalizasyonu ve meşrulaştırılması" olarak tanımlanabilir.10 Bu durum bizi, muhafazakârlığın somut ve değişmez özellikleri olan bir ideolojiden ziyade şartlara göre yeniden şekillenen bir ideoloji olduğu sonucuna götürür. İşte bu özelliklerinden dolayı muhafazakârlığın somut kavramsal bir tanımı yoktur. Andrew Vincent'ın sınıflandırmasına göre muhafazakârlığın tanımlanması ile ilgili olarak, ulus-devlet yaklaşımı, kronolojik yaklaşım ve kavramsal yaklaşım olmak üzere üç yaklaşım önerilebilir. 11
Ulus-devlet yaklaşımı, muhafazakârlığı, temelde Batı toplumlarında modern ulus-devletin yükselişine karşı duyulan tarihi ve kültürel bir tepki olarak görür. Bu çerçevede modern ulus-devletin yükselişine duyulan sosyal, siyasi ve entelektüel tepki, endüstrileşme ve siyasetin demokratikleşmesi, Batı Avrupa toplumlarında muhafazakâr siyasetin ve yaklaşımların doğmasına sebep olan en önemli süreçler olarak görülmektedir.12 Bu yaklaşımda muhafazakârlık, ortak özellikleri saptanamayan "tarihi özgünlüğe sahip bir fenomen" olarak görülmektedir.13
Kronolojik yaklaşım, Edmund Burke, Louis de Bonald ve Adam Müller gibi klasik muhafazakâr yazarların eserlerinden muhafazakârlıkla ilgili prensipler çıkarmak ve bunları siyasi organizasyonlar, özellikle de siyasi partiler çerçevesinde analiz etmek gibi bir yöntemi takip eder.14 Bu yaklaşımda tarihsel süreç içerisinde muhafazakârlığa tam bir anlam verme çabası hâkimdir. Muhafazakârlığı kurulma sürecinde yeni oluşan sınıfların doğuşu ile ilgili geçici tarihi özgünlüğü ile tanımlayan ulus-devlet yaklaşımının tersine, kavramsal yaklaşım, muhafazakârlığı hiçbir sınıf ya da grupla ilişkili görmeme eğilimindedir. Bu yaklaşımı savunanlar "farklı tanım ve yaklaşımların tamamını kapsayıcı metodolojik ve kavramsal bir fikir birliği"ne ulaşma çabası içerisindedirler. 15 Muhafazakârlığın tanımlanmasına yönelik bu farklı yaklaşımlar bir tarafa, onun bütün bu tanımlama şekillerini birleştiren birtakım ortak özelliklerinin bulunduğunun da belirtilmesi gerekir.
Bütün bu farklı yaklaşımlardaki ortak nokta, muhafazakârlığın "bazı gruplar ve bireylerin geleneksel davranış tarzlarını, değerlerini, normlarını ve kurumlarını korumak veya savunmak istemlerine" referansta bulunmasıdır. Sonuçta bir terim olarak muhafazakârlık "geleneği savunmak eğiliminde olan çeşitli davranış kalıpları"nı kapsar.16 Aşağıdaki paragraflarda muhafazakâr düşüncenin ortak özellikleri temelinde bir muhafazakârlık tipolojisi sunulmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede muhafazakâr anlayışta toplum, siyasal otorite ve değişim kavramlarının taşıdıkları anlamlara değinilecektir.
Toplum
Muhafazakâr anlayışta toplum, "organik ve hiyerarşik" bir yapıya sahiptir. Tıpkı insan vücudunun farklı organları gibi sınıflar ve sosyal gruplar birbirlerini tamamlarlar. Toplumun karşılıklı bağımlı olan bütün parçaları, bu "karşılıklı bağımlılık" ilişkisinin bilincindedirler. 17 Toplumu oluşturan birimlerden hiçbiri kendisini bütünden bağımsız olarak görmez. Diğer bir ifade ile toplumu oluşturan parçaların arasındaki etkileşimin doğası mekanik değil, organiktir. Bütün bu parçalar, kendi benliklerinin ötesinde toplumun bir parçası olma rollerine vurgu yaparlar. Toplumu oluşturan bu parçalar, aynen insan vücudunu oluşturan organlar gibi birbirlerinin aynı olmadıklarından ve farklı işlev ve rolleri yürüttüklerinden, bu parçaların hiyerarşik bir organizasyona tabi kılınması kaçınılmaz hâle gelir. Bundan dolayı Muhafazakâr ideoloji, eşitlik ve hürriyeti soyut önermeler olarak görür ve uygulanabilirliklerini kabul etmez. Bunun yerine muhafazakârlık haklara ve özgürlüklere vurguda bulunur. Muhafazâkâr anlayıştaki bu haklar ve özgürlükler rasyonel ilkeler ve doğal hukuk yerine "özel kurumsal, hukuki düzenlemelerden, tarihten ve gelenekten" tevarüs ettirilir. 18
Toplumun karşılıklı bağımlı parçalarından mürekkep olan "bütün", uyumlu bir ahenge sahip olup, anayasa ile formel hâle getirilir. Anayasa, "siyasal gücü tanımlayan ve uygulanmasına sınırlamalar getiren bir teamüller, anlayışlar, kurallar ve özellikle de gelenekler bütünü"dür.19 Netice itibari ile muhafazakâr anlayışta iktidarın alışkanlık, teamül ve gelenek tarafından belirlendiği, bu çerçevede toplumun bütün parçaları tarafından kabul edildiği ve saygıya değer görüldüğü sonucuna ulaşılabilir.20 Shils'e göre gelenek, toplumdaki bütün fertlerin hedeflerini, standartlarını ve hatta tavır ve davranışlarının araçlarını bile belirleyebilme gücüne sahiptir.21 Buraya kadar resmedilen çerçeve içerisinde muhafazakâr anlayışta toplumun tarihi bir kavram olduğu sonucu çıkarılabilir. Buna göre toplum, zaman içerisinde evrilerek oluşmuş tarihi bir soyutlamadır. İşte tam da bu yüzden toplumun özellikleri tarih tarafından belirlenmiştir. Bu çıkarım, bizi tarihi mirasın ihmal edilmesi durumunda toplumun dinamiklerinin de yanlış anlaşılacağı sonucuna götürür.
Muhafazakâr terimlerle tanımlanmış bir toplumdaki bireyler hürriyet ve eşitlik gibi "soyut" kavramlar için mücadele etmezler. Tam tersine bu bireyler, "toplum"un bir üyesi olmaktan onur duyan, otoriteye itaat eden ve atalarından aldıkları mirası geliştiren kişiler konumundadırlar.22
Siyasal Otorite
Muhafazakârlığa göre, gelenek, teamül ve tarihi miras, siyasal otoritenin kurulma sürecindeki en önemli kavramlardır. Muhafazakârlar, siyasal otoritenin kuruluşunda "sözleşme" ve "rıza"ya vurgu yapan, yöneten ve yönetilen arasındaki "akit"i devletin kurucu ögesi olarak gören erken dönem liberallerinin fikirlerine şiddetle karşı çıkarlar.23 Muhafazakârlara göre devletin oluşmasında en büyük rolü, tarih ve gelenek oynar. Bu oluşum süreci organik toplum anlayışının çerçevesi içerisinde şekillenir.
Tarih, muhafazakârlar açısından çok büyük önem taşır. Bunun doğal bir sonucu olarak da muhafazakâr toplumun siyasal yapı ve kurumlarının çerçevesi tarihi süreklilik içerisinde belirlenir. Devlet ve toplum ilişkileri, tarihi mirasın gerekliliklerine uygun olarak düzenlenir. Bu doğrultuda devletin ve liderin amacı, tarihin mirası çerçevesinde "toplumsal bütünlüğü korumak ve çeşitlilik içerisinde amaçların ortaklığını ve birliğini sağlamak"tır.24 Liderlikte kalite esas olmalıdır. Tarih boyunca muhafazakârlar, oy hakkının hızla yayılmasına karşı mücadele etmişler; zamanla buna ister istemez razı olmuşlarsa da çok yakın zamanlara kadar çoğunluğun idaresi fikrini tam olarak kabullenememişlerdir.25 Peregrine Worsthorne'nın kısaca belirttiği gibi, muhafazakârların nazarında "kaliteli azınlık, kamu işlerinde birikimi olmayan çoğunluktan çok daha etkili olmalıdır, yani bu azınlık yönetici sınıfı oluşturmalıdır."26 Muhafazakârlar, demokratik yönetimi, ancak toplumda düzenin sürdürülmesinde demokratik yönetim önemli bir gereklilik haline geldiği zaman kabullenebilmişlerdir. Muhafazakârlar, doğal liderlerin ülkenin çıkarlarını güvenli bir şekilde koruyabileceklerine inanırlar. Onlar, ülkenin faziletli temsilcileridir ve "karar alma ve temsil etme kapasitesi seçimden ziyade bu kişilerin faziletleri ile belirlenir."27 Muhafazakârların bir kez seçildikten sonra hükümete özgürce idare etme konusunda otonom ve bağımsız bir konum veren iddiaları, bizi, "iyi muhafazârların kalplerinin ta derinliklerinde otoriterlik ve elitizm unsurlarının sıradan insanlara ve halka güvensizlikle birlikte hâlâ bulunduğu" sonucuna götürür.28 Bora'ya göre, monarşik devletin kutsallığı, muhafazakârların omuzlarında Aydınlanma süreci ile birlikte "aydınlanmış bir kutsallığa" dönüşmüştür.29
Muhafazakârlar, kendi kimliklerinin güçlü bir unsuru olarak paternalizme büyük önem verirler. Paternalizme göre, "doğal liderler, halkın rahatlamasını ve hayat standartlarını geliştirmek suretiyle halkın refahını sağlamak zorundadırlar.30" Paternalizm, devletin gücünü pekiştirici bir etkide bulunduğundan muhafazakârlar, ekonomik liberalizmin faydacı felsefesini reddederler. "Kişisel çıkar, sınırsız rekabet, bireyselcilik ve toplumun yarışan tezler ve karşıtlıklar sonucu oluştuğu" gibi fikirleri muhafazakârların hiçbir zaman paylaşamayacağı fikirler, grubunu teşkil eder.31
Değişim
Yukarıda resmedilmeye çalışılan tablodan da anlaşılacağı üzere, geleneğe yaptığı vurgu ile "muhafazakâr düşünce, tedrici olmaması durumunda, genelde değişime karşı çıkar."32 İstikrar, muhafazakârların önem atfettiği siyasal kavramların en önemlilerinden birisidir. Bu durum; dini, geleneği, doğal hukuku, ön kabulleri bireyin korunmasının önemli araçları olarak gören muhafazakâr anlayışın doğal sonucudur. Sonuçta muhafazakârlıkta istikrar, değişimden daha yüksek bir değer olarak karşımıza çıkar. Ne var ki, değişim kaçınılmaz olduğu zamanlar, muhafazakârlar samimi bir şekilde onu gerçekleştirirler; ancak değişimin doğal ve yavaş olması gerektiği kanısındadırlar.
Değişimin hâlihazırdaki düzenin korunmasında önemli bir gereklilik haline geldiği zamanlarda muhafazakârlar değişimden yana bile tavır alabilirler. Muhafazakâr anlayışta değişim, "yeni ihtiyaçları yansıtmak ve geçmiş tecrübelerin ışığında ihtiyatlı düzenlemelerin bir sonucu olmak" zorundadır.33
Huntington, muhafazakârlık üzerine yazmış olduğu makalelerinin birisinde muhafazakârlığı, "birtakım kurumların sürekliliğini savunan doğal, ancak bir o kadar da değişken bir teori" olarak tanımladıktan sonra, muhafazakârlığın değişime yaklaşımını şu sözlerle ifade etmektedir: "Toplumun temelleri tehdit altında kaldığı zaman muhafazakâr ideoloji, insanlara halihazırdakilere nazaran bazı kurumların gerekliliğini salık verir."34 Müller'in bu konudaki düşünceleri de muhafazakârların değişimi nereye kadar kabul ettiklerini göstermesi bakımından önemli ipuçları sunar: "Muhafazakârlar çeşitli zaman ve zeminlerde krallıktan meşruti monarşiye, aristokratik ayrıcalıklardan temsili demokrasiye, yüksek gümrüklerden serbest ticarete, milliyetçilikten uluslararasıcılığa, merkeziyetçilikten federalizme, kapitalizmden diğer refah devleti versiyonlarına kadar birçok anlayışı benimsemişlerdir."35 Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki değişimin sınırlarını, statükonun korunması belirler.
II. Abdülhamid Bir Muhafazakâr mıydı?
Çalışmanın bu bölümünde, II. Abdülhamid'in ne dereceye kadar muhafazakâr olduğu sorusuna cevap bulunmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda II. Abdülhamid'in politikaları, çalışmanın ilk bölümünde ortaya konulmaya çalışılan muhafazakâr düşünce çerçevesinde değerlendirilecektir. Bu bağlamda, II. Abdülhamid'in politikalarının yukarıda anlatılan muhafazakâr düşüncenin ortak özellikleri ile ne kadar uyuşup uyuşmadığı gösterilmeye çalışılarak muhafazakârlığın II. Abdülhamid dönemini anlamada bir araç olup olamayacağına ilişkin bir sonuca varılacaktır. İlerleyen paragraflarda II. Abdülhamid döneminde toplumun yeri, devletin ve siyasal otoritenin rolü ve değişimin anlamı üzerindeki değerlendirmelere yer verilecektir.
Toplumun Yeri
Sultan Abdülhamid'in en temel hedeflerinden birisi de toplumda güçlü bir dayanışmayı tesis etmekti. Bu, "organik ve hiyerarşik" bir toplum yapılanmasını önemseyen "muhafazakâr rüya"nın da bir parçası idi. Böyle bir siyasetin güçlü bir merkezi otoritenin kurulmasından geçtiği açıktır. Bu doğrultuda II. Abdülhamid, kendinden önceki hükümdarlar zamanında başlatılmış olan merkezileşme politikalarını sürdürmüştür. Telgraf hatları ve demiryolu ağlarının kurulması böyle bir endişenin pratik yansımalarıdır. Yerel yöneticilerin desteğini almak için verilen uğraş da bu merkezileşme politikasının hayata geçirilmesi açısından önemlidir. Mardin'in görüşüne göre, "19. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren Osmanlı Devleti artan bir biçimde periferinin günlük hayatına katıldı. Sultan II. Abdülhamid (1876-1909). kalan göçebeleri yerleşik hayata geçmeye zorlayarak çevrenin entegrasyonu çabalarını devam ettirdi. Aynı anda Padişah, merkezi bir birlik hissi ile Müslüman Osmanlı periferisini de bir araya getirmeye çalıştı. Sir William Ramsay'ın da altını çizdiği gibi Abdülhamid'in Panislamizm politikası bütün Müslümanların birleştirilmesi hayalinden öte kendi halkını İslami-emperyal bir fikir etrafında toplayacak milliyetçilik öncesi bir form kurma çabasıdır."36
Bu bağlam içerisinde Abdülhamid, bütün alanlarda imparatorluğun bütünlüğünü koruyacak politikalar takip etmiştir. Dış politika konusundaki uygulamalarında "imparatorluğun bütünlüğünü koruma" fikrinin bir motivasyon kaynağı olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu, biraz da Abdülhamid döneminde 1881'de Tunus'un Fransızlara, 1882 yılında Mısır'ın İngilizlere, 1885 yılında Doğu Rumeli'nin Bulgaristan'a bırakılması gibi bir çok toprak kayıplarının yaşanmış olması ile ilgilidir. O, Yunanistan ve Rusya gibi komşu ülkelerle uzlaşma yolunu seçmiştir. İngiltere'nin gücünü dengelemek için güç dengesi politikasını da yine bu endişelerle hayata geçirmiştir. Bunun doğal sonucu olarak, Almanya ile ilişkileri yoğunlaştırırken Fransızları rahatsız etmeyecek politikaları takip etmiştir.37
Siyasal alanda, meclisin kapatılmasına ilişkin kararına gösterdiği gerekçe de meclisin imparatorluğun bütünlüğünü zayıflattığı ve Müslüman ve Hristyanlar arasında yaşanan sert tartışmalar yüzünden parçalanma sürecini hızlandırdığı fikri idi. Akarlı, meclisin kapatılması ile ilgili bir sebep daha göstermektedir. Buna göre, halkın imparatorluğun yönetimine katılmasından sadece Abdülhamid değil, diğer devlet adamları da çok rahatsızdı. Akarlı, daha sonraki dönemlerde İttihat ve Terakki üyelerinin de halkı yönetim alanının dışına itecek politikaları izlemeye devam edeceklerini de eklemektedir.38 Netice itibari ile bu politikalar, Osmanlı devlet adamlarının imparatorluğun bütünlüğü konusundaki endişelerinin yansımalarıdır.
Sosyal alanda, Abdülhamid, kabilelerin etkili ve saygın liderlerinin desteğini almak için de çaba göstermiştir. Abdülhamid, daha önceki idarecileri, yönetimde kabile liderlerini ihmal ettikleri hatta tasfiye etmeye çalıştıkları gerekçesi ile suçladı. Bu liderlerin yerel halk nezdinde belli bir saygınlığı olan geleneksel otoriteler olduğunu ve bu yüzden hükümetin de bu kişileri dikkate alması gerektiğini savundu. Bu çerçevede, bu liderleri teşvik etmek, onlara hediye vermek gibi bir takım yöntemlerle bu liderlerin idari süreçlere katılımını sağlamıştır.39
Bu politikalarla Abdülhamid'in stratejilerinden birisi de kendi yönetiminde halk meşruiyetini arkasına almaktı. Abdülhamid, toplumun tutunumunun mevcut düzenin ayakta kalabilmesi için önemli olduğunu düşünmekteydi. Müslümanların desteğini arkasına alabilmek için birçok imkanı kullanmasını bildi. Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı Arabistan, Libya ve Suriye gibi bölgelerdeki eğitim ve altyapı reformları sayesinde Müslüman tebaanın desteğini arkasına almayı başardı. Yine aynı gayeye matuf olarak, siyasal ve dini meşruiyetinin yanında halk meşruiyetini de güçlendirmek açısından tarikatları araç olarak kullanmasını bilmiştir.
Devletin ve Siyasal Otoritenin Rolü
Abdülhamid, kendi pozisyonunu Osmanlı devlet geleneğinin ve dinin kendisine kazandırdığı meşruiyet sayesinde güçlendirmiştir. Devlete atfettiği temel rol, imparatorluğun bütünlüğünün korunması idi. Çevresindeki devlet adamlarına tam olarak güvenemediği için, Abdülhamid dönemi, genel olarak tek adam yönetiminde geçmiştir. Bu durumun oluşmasında Abdülhamid'in iktidara gelmesinin ilk yıllarında görülen trajedilerin bıraktığı intibanın çok önemli bir rolü bulunmaktadır. Abdülhamid'in iktidara gelmesinin daha ilk yıllarında (1877), Rusya, Balkanlar'da Osmanlı İmparatorluğu'nun azınlıklara yönelik yönetiminin yanlışlıklarını bahane ederek Osmanlılara karşı savaş ilan etmişti. Osmanlı İmparatorluğu bu savaş sırasında askeri açıdan bir çok yenilgilere maruz kalmış, 1878 Berlin Antlaşması ile Avrupa'daki topraklarının büyük bir kısmından vazgeçmek zorunda bırakılmıştı. Oysa Abdülhamid, savaştan hemen önce Rusya ile savaşa girmenin doğru olmayacağını belirterek savaş karşıtı bir politika takınmıştı. Savaşın yıkıcı sonuçları Abdülhamid'in siyasal düşüncelerinin olgunlaşmasında çok etkili olmuştur. Budan sonra, bütün ülke çapında kendi kontrolünü kurmaya özel bir önem vermiştir. Bu çervevede otoritesini öncelikle imparatorluğun dış politikasında kurmayı başarmıştır. İmparatorluğun diğer ülkelerdeki temsilcileri, Hariciye yerine doğrudan Abdülhamid'in kendisi tarafından atanmıştır. Bu durum (doğrudan atama) zamanla iç politikada da etkin bir kontrol kurma enstrümanı haline gelecektir.40 Abdülhamid, imparatorluğunun kalan kısımlarında geniş bir kontrole sahip olabilmek için çok sıkı önlemleri hayata geçirmeye başlamıştır. Bu önlemlerin bazıları "1876'da ilan ettiği anayasanın yürürlükten kaldırılması, devlette bürokratikleşmenin hızlandırılması ve doğrudan Saray'a ve Padişaha raporlar veren bir istihbarat ağının kurulması" olarak sayılabilir.41
Padişahın otokratik yönetiminin tek sebebi elbette ki kendisi değildi; bunun çok önemli sebeplerinden birisi de devlet adamlarına sorumluluklarından fazla yetki veren Osmanlı siyasal kültürü idi. İmparatorluğun 1876 yılında ilan edilen ilk anayasasında bile Padişah'a meşrutiyeti askıya almayı mümkün kılan çok geniş yetkiler verilmişti. Anayasada yargının bağımsızlığı kabul edilmiş, bazı insan hakları garanti altına alınmış olsa bile Padişah'a birçok konuda tek başına karar alma imkanı tanıyan çok geniş yetkiler verilmişti. Örneğin, şeyhülislam, bakanlar, Ayan Meclisi üyeleri gibi birçok üst düzey yöneticiyi atama, meclisi açma ve feshetme yetkileri bunların sadece bazıları idi.42 Kısacası Padişah 1876 anayasası ile otoriter gücünü kaybetme gibi bir tehlike ile karşı karşıya değildi. Bu anayasa, otoriter, merkezci, ve elitist bir siyaset anlayışının sonucu olarak ortaya çıkmıştı.43 Mithat Paşa'nın 1877'de sürgüne gönderilmesi ve anayasanın 1878'de yürürlükten kaldırılması bunun en açık delilleridir.44 İşte bu yüzden ironik de olsa "şimdi de anayasa otokrasiyi mümkün kılıyordu"45 sonucuna katılmak zorundayız. Heper'in deyişi ile, "modernleşmenin üst düzey bürokratları, kritik kararları kendilerinin alabileceği kişisel bir yönetim kurdular. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde II. Abdülhamid, bürokratların ve memurların yetişmesi için modern okulları açarken kişisel otoritesini kurmayı da ihmal etmedi. Bu düzende Abdülhamid, bağlılığı, başarının önüne geçirdi."46 Akarlı da aynı şekilde ne Abdülhamid'in ne de Osmanlı İmparatorluğu'nun üst düzey memurlarının ne kadar verimli olursa olsun mecliste yapılan tartışmaları sindirebilecek töleransa henüz sahip olamadıklarını iddia etmektedir.47
Osmanlı sultanları, imparatorluğu şu geleneksel ilkenin gölgesinde yönettiler: "Toplumda yaşayan insanlar arasındaki uyum, ancak idare sayesinde mümkündür."48 Heper, "İşte bu yaklaşımın varlığı sayesindedir ki Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetici sınıf Askeriye olarak adlandırılmıştır." demektedir.49 Akarlı'ya göre Abdülhamid'e göre devletin birinci hedefi, toplumun düzen ve bütünlüğünü korumaktır. Bu sağlanabildiği takdirde halk hayatını Padişah'a ve devlete bağlılık içerisinde güvenli bir şekilde sürdürebilecektir. Güçlü ve verimli bir adalet sistemi kurulduğu takdirde halk arasındaki çatışmalar sona erecek ve dış güçler imparatorluğun iç işlerine karışmak için hiçbir bahane bulamayacaklardır.50 Bu çok açık bir biçimde kendisini tebasının refahından sorumlu tutan patrimonyal bir anlayışın yansıması idi.51 Abdülhamid, otoritesinin kurulması adına imparatorluk içerisindeki ordu ve ulema gibi prestijleri hayli yüksek olan geleneksel güçlerin etkinliğini kırmak, en azından azaltmak için yapabileceğinin en iyisini yaptı. Abdülhamid bu kurumları kendi gücüne karşı birer tehdit olarak algıladı. Bunun için Harbiye Nezareti'nin önemi azaltıldı, devlet memurları arasındaki rakip grupların farklılıkları kullanıldı (Padişah daha çok şehirli olanları taşralı olanlara tercih etti) ve dini eğitimin genişletilmesi çabaları bastırıldı.52
Abdülhamid, kendisi de çok dindar bir Müslüman olmasına rağmen, dini sosyal ve siyasal amaçlar için kullanmak konusunda hiç tereddüt etmedi. İmparatorluk içerisindeki reformcu İslami grupların sıkı bir şekilde karşısında oldu. Mevcut düzenin yara almadan devam edebilmesi gayesi ile Ortodoks İslam'ı destekledi. Bu bakımdan medreselere desteğini sürdürdü ve medreselerin yeni eğitim kurumları ile bütünleşmesine yönelik çaba harcadı.53 Zürcher, Abdülhamid'in saltanatının dini ve geleneksel yönünü vurgulamak sureti ile hem kendi konumunu güçlendirmeyi hem de o dönemdeki liberal yaklaşımları zayıflatmayı hedeflediğini işaret etmektedir.54
Sonuçta, Abdülhamid kendi politikalarını hayata geçirebilmek için otoriter bir yönetim kurmuştur. Onun anlayışında, demokratik bir yapılanma, devletin bütünlüğünü zayıflatacak unsurları da beraberinde taşıma riskine sahiptir. Shaw'ın ifadeleri ile, "Parlamento, kriz dönemlerinde kararlı adımlar atmak yerine, çeşitli grupların kavga alanı haline geldi. Bu, Osmanlı tarihindeki gerçek demokratik parlamento idi. Siyasi partiler mevcuttu. Ne var ki bu partiler ilkeler etrafında toplanmak yerine din ve milliyetçilik konularında hırlı liderler etrafında siyaset yapmaktaydılar. Dolayısı ile, parlamento, savaşla beraber gelen krizi tartışmak yerine vaktini, şu ya da bu milletin ne kadar ayrıcalığa sahip olması gerektiği gibi konuların tartışılmasına ayırarak bütünlüğü bozucu bir etki alanına dönüşmüştü. Parlementerlerin mutabık kalabildikleri tek şey savaş felaketinden dolayı hükümetin ve Padişah'ın eleştirilmesi idi."55 Böyle bir anlayışın ve durumun bir yansıması olarak, II. Abdülhamid oldukça merkezileşmiş ve otoriter bir idare kurmuştur. Bu, "Osmanlı İmparatorluğu'nda daha önce hiç görülmemiş şahsi bir yönetim"di. Bu yönetimin Padişah dışındaki temel aktörleri Şura-i Devlet polis güçleri, ajanlar, sansür müessesesi, ve saray mabeyncileri idi.56
II. Abdülhamid Döneminde Değişimin Anlamı
Muhafazakâr anlayışta olduğu gibi, II. Abdülhamid'in reformlarının temelindeki mantık, devlet yönetimindeki geleneksel kalıplar üzerinde radikal değişimler gerçekleştirmekten ziyade imparatorluğun dağılmasını önleme çabasıdır. Abdülhamid, Tanzimat'la zaten hız kazanmış olan reform sürecini, özellikle askeri, eğitim, ve ekonomik konularda devam ettirmiştir.57 Bu mantık içerisinde imparatorlukta modernizasyonun hayata geçirilmesi, "hem Abdülhamid'in imparatorluk üzerindeki kontrolünü artırmasını hem de dış ve iç tehditlere karşı tavır alabilmesini"58 sağlamak açısından kaçınılmazdı. Reformların içeriği bunun çok açık bir göstergesidir. Telgrafın getirilmesi ve demiryollarının imparatorluk çapında inşa edilmesi Abdülhamid'in tüm ülkede istikrarı sağlamaya yönelik bir otoriteyi kurmasını sağladı. M. S. Anderson, Adbülhamid Dönemi reformlarını değerlendirirken, Lewis'e referansla "Tanzimat'ın en olgun ve en zirve noktasına -hukuki, idari ve eğitim alanlarında- Abdülhamid iktidarının ilk yıllarında ulaşıldığını söylemenin bir abartı olmayacağını" yazmaktadır.59 Anderson analizlerinin devamında gayet yerinde bir saptama ile "siyasal alanda (idari ve ekonomik hayattan bağımsız olarak) onun rejimi, reformları tamamen reddetmiş ve o yalnızca devraldığı verimsiz despotizmi güçlendirme adına Batı teknolojisini mümkün olduğu kadar kullanma kararlılığında olmuştur" demektedir.60
Siyasal alanda ilk anayasa Abdülhamid Dönemi'nde ilan edilmişti. Ne var ki yukarıda da ifade edildiği gibi, bu anayasaya göre "Padişah, istediği takdirde, kanunları kabul veya red etme ve meclisi fes etme konularında sınırsız otorite"ye sahipti.61 Abdülhamid için anayasayı askıya almak çok da uzun sürmedi. İlan edilmesinden iki yıl sonra anayasayı yürürlükten kaldırdı. Bu durumda, O'nun, anayasanın ilan edilmesini, ilk başlarda konumunu güçlendirmek için pragmatik bir biçimde kullandığı sonucuna ulaşılabilir. Ne zaman ki anayasa artık onun için bir tehdit haline geldi, işte o zaman onu yürürlükten kaldırdı. Yani anayasa onun reform projesinin esas hedeflerinden biri olmaktan ziyade, yalnızca gücünü pekiştirmenin bir aracı idi.62 Bu, değişimi, cari düzenin ayarlanmasının bir enstrümanı olarak gören muhafazakâr tavır alışı işaret eder.
İdari yapılanma alanında, Abdülhamid, bürokrasiyi modernize etti ve çok güçlü bir seviyeye çıkardı. Devlet memurları yetiştirmek için yeni okullar açıldı. İmparatorluk içerisindeki bütün milletlerin üyeleri bu okullarda eğitim alabilme imkanına sahip kılındı. Bürokratların sınavla alınmalarına dikkat edildi. Kısacası Abdülhamid döneminde etkili bir bürokrasi ikame edildi. Mahkemelerde ve hukuk kurallarında yapılan düzenlemelerle daha önceki dönemlerle kıyaslandığında göreceli olarak daha adil bir adalet sistemi kuruldu. Abdülhamid döneminde eğitim alanında çok büyük bir ilerlemenin olduğu gözlenebilir. Okuma yazma oranı arttı, laik ve modern eğitim kurumları kuruldu, halk eğitimine büyük önem verildi. Sonuçta, "Abdülhamid dönemi boyunca önemli Osmanlı şehirlerinin hepsinde muazzam bir kültürel canlılığın varlığı"nı görüyoruz.63 Bu reformlar halihazırdaki düzenin devamlılığının sağlanması için etkili bir düzenin kurulması ihtiyacının getirdiği bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Muhafazakâr anlayışta olduğu gibi, reform, toplumda düzenin sağlanması için bir ihtiyaç haline geldiği zaman bir anlam taşımaktaydı.
Ekonomik alanda, ekonomik bir istikrara ulaşılmasına yönelik politikalar uygulamaya geçirilmiştir. Abdülhamid'in ilk hedefi, imparatorluk üzerindeki dış baskıların bir bahanesi haline gelmiş olan borçların boyunduruğundan kurtulmak idi. Abdülhamid, güçlü bir ekonominin imparatorluğun ayakta kalabilmesinin ve statükonun devam ettirilebilmesinin en önemli ön şartlarından biri olduğunun farkındaydı.64 Bu bilinç bağlamında, ekonomi ve mali alanlarda birçok yenilik getirilmiştir. Bu doğrultuda devletin mali sistemi modernize edildi: "paranın kurunda düzenlemeler yapıldı, enflasyon kontrol altına alındı ve fiyatlar kontrol edilerek düzenlendi."65 Ekonomik sistemde fiziki bir modernizasyon hayata geçirildi: "Tarımın gelişimine önem verildi, yeni ürünler yetiştirildi ve bunun için de yeni metodlar kullanılmaya başlandı. [...] Ülkeye, demiryollarının, yolların ve telgraf hatlarının inşa edilmesi için yabancı sermayenin gelmesi sağlandı, [...] Osmanlı şehirlerinin görünümünü modernleştiren, caddeler ve yollar inşa eden, modern evlerin, apartman binalarının ve dükkanların inşa edilmesini teşvik eden, taşımayı halka açık arabalarla ve vapurlarla sağlayan, yollarda ışıklandırma ve döşeme malzemesi sağlayan modern yerel yönetimler kuruldu."66
Sonuç
Muhafazakârlığın temel özellikleri bağlamında, II. Abdülhamid, aşağı yukarı bir muhafazakâr olarak sayılabilir. Ancak son bir not olarak şunun da ifade edilmesi gerekir ki o bir "gerici" değildi. Bir muhafazakâr, yine muhafazakâr gerekçelerle tedrici bir değişimi kabul eder. Diğer yandan bir "gerici" çoğu zaman halihazırdaki sistemde geçmişi yeniden kurabilmek motivasyonu ile radikal bir değişimi isteyen kişidir. II. Abdülhamid'in hedefi, geçmişi yeniden kurmak değil, halihazırdaki düzenin ve gelenek ve tarihin mirasında devletin bütünlüğünün muhafaza edilmesi idi. Muhafazakâr hızlı değişimin karşısında iken, gerici halihazırdaki sisteme ulaşılana kadar olan bütün değişimleri de kabul etmeyen kişidir. Oysa Abdülhamid, hem önceki dönemde yapılmış olan reformları sahiplenmiş hem de bunları bir adım daha ileriye götürmesini bilmiştir. Bu durumda Abdülhamid ile ilgili olarak Shaw'la birlikte şu sonuca ulaşmak yanlış olmayacaktır: "II. Abdülhamid, otoritesini Tanzimat Dönemi'nde başlatılmış olan reformları başarılı bir şekilde tamamlamak için kullanmıştır. [. ] O, Tanzimat'ın son dönemlerinde hayata geçirilmiş olan demokratik temsili kurumları yürürlükten kaldırmıştır, fakat diğer yandan otokratik yönetimi sayesinde, reformlarının başarılı bir noktaya gelmesinde etkili olan imparatorluğun mali ve ekonomik sorunlarının çözümünü sağlamıştır."67
Ramazan Kılınç
Muhafazakârlık: Teorik Arka Plan
Muhafazakârlık, "hızlı değişime ve yeniliğe karşı isteksiz, aşırılıklardan kaçınarak denge ve istikrarın muhafazası için uğraş veren genel bir fikri duruş"a işaret eder.3 Muhafazakârlık, ilk olarak Aydınlanma'ya karşı bir tepki olarak doğmuştur. Bu tutum doğrultusunda muhafazakârlar, Aydınlanma'nın beraberinde getirdiği yeni değerlere başkaldırmış ve bu değerlere yapılan vurguyu kendi kavramları ile ikame etmeye çalışmışlardır. Bu tavır alıştan hareketle muhafazakârlar, "akıl yerine inanca, özgürce sorgulama yerine geleneğe, eşitlik yerine hiyerarşiye, bireysellik yerine kollektif değerlere ve laik hukuk yerine ilahi veya doğal hukuka" büyük önem atfetmişlerdir.4 Muhafazakârlık, siyasal alanda her ne kadar anayasal demokrasiye ve bireysel haklara referansta bulunsa da temelde, bir yandan statükonun değerlerini yüceltmeye, diğer yandan da sosyal ve ekonomik değişime karşı ihtiyatlı olmaya eğilimlidir. Kısaca ifade etmek gerekirse; din, devlet, otorite, cemaat, millet, gelenek ve tarih, muhafazakârlığın en çok önem atfettiği başlıca kavramlardır. Mannheim'in terimleri ile ifade edecek olursak muhafazakârlık kendi benliğinden haberdar olan bir çeşit rasyonelize edilmiş bir gelenekçiliktir.5 Muhafazakârlar, birçok durumda geleneğin korunması koşuluyla devlet tarafında yer alırlar.
Bora'nın görüşüne göre muhafazakârlık, toplumun geleneksel, sosyal, siyasal ve kültürel yapılarının çözülüşüne neden olan kapitalist modernleşme sürecine duyulan tepkiye dayanır.6 Diğer bir deyişle muhafazakârlık, modernleşme süreci sonrasında geleneksel değerlere atfedilen anlamların saygınlığını yitirmesine duyulan tepkiyi ifade eder. Ancak muhafazakârlık her ne kadar, modernleşme veya Aydınlanma sürecine bir tepki olarak doğmuşsa da, onun değerlerini tamamen de reddetmemiştir. Muhafazakârlık, tarihin her bir bölümünde kendisini yeniden yaratır. Bu, muhafazakârlığı gerici hareketlerden ayıran temel özelliktir. Viereck'in deyişi ile "her şeyi şuursuzca korumaya çalışan gericilerle bazı şeyleri şuurluca korumaya çalışan muhafazakârlar" arasındaki farkın temel sebebi muhafazakârlığın kendisini tarihi sürekliliğin seyrine bırakmasıdır.7 Buradan muhafazakârlığın da belli bir dereceye kadar modernizmin sonuçlarından birisi olduğu iddia edilebilir.
Muhafazakârlığı teorik bir düzleme oturtmak, siyaset bilimcileri açısından çok da kolay bir iş değildir. Muhafazakârlığın etraflıca anlaşılabilmesini sağlamaya yönelik birçok yaklaşım vardır.8 Bilim adamlarının çoğu, muhafazakârlığı "siyasi bir ideolojiden ziyade fikri bir tavır alış" olarak görmektedirler.9 Bu anlamda muhafazakârlık "statükonun savunulması, verili düzenin rasyonalizasyonu ve meşrulaştırılması" olarak tanımlanabilir.10 Bu durum bizi, muhafazakârlığın somut ve değişmez özellikleri olan bir ideolojiden ziyade şartlara göre yeniden şekillenen bir ideoloji olduğu sonucuna götürür. İşte bu özelliklerinden dolayı muhafazakârlığın somut kavramsal bir tanımı yoktur. Andrew Vincent'ın sınıflandırmasına göre muhafazakârlığın tanımlanması ile ilgili olarak, ulus-devlet yaklaşımı, kronolojik yaklaşım ve kavramsal yaklaşım olmak üzere üç yaklaşım önerilebilir. 11
Ulus-devlet yaklaşımı, muhafazakârlığı, temelde Batı toplumlarında modern ulus-devletin yükselişine karşı duyulan tarihi ve kültürel bir tepki olarak görür. Bu çerçevede modern ulus-devletin yükselişine duyulan sosyal, siyasi ve entelektüel tepki, endüstrileşme ve siyasetin demokratikleşmesi, Batı Avrupa toplumlarında muhafazakâr siyasetin ve yaklaşımların doğmasına sebep olan en önemli süreçler olarak görülmektedir.12 Bu yaklaşımda muhafazakârlık, ortak özellikleri saptanamayan "tarihi özgünlüğe sahip bir fenomen" olarak görülmektedir.13
Kronolojik yaklaşım, Edmund Burke, Louis de Bonald ve Adam Müller gibi klasik muhafazakâr yazarların eserlerinden muhafazakârlıkla ilgili prensipler çıkarmak ve bunları siyasi organizasyonlar, özellikle de siyasi partiler çerçevesinde analiz etmek gibi bir yöntemi takip eder.14 Bu yaklaşımda tarihsel süreç içerisinde muhafazakârlığa tam bir anlam verme çabası hâkimdir. Muhafazakârlığı kurulma sürecinde yeni oluşan sınıfların doğuşu ile ilgili geçici tarihi özgünlüğü ile tanımlayan ulus-devlet yaklaşımının tersine, kavramsal yaklaşım, muhafazakârlığı hiçbir sınıf ya da grupla ilişkili görmeme eğilimindedir. Bu yaklaşımı savunanlar "farklı tanım ve yaklaşımların tamamını kapsayıcı metodolojik ve kavramsal bir fikir birliği"ne ulaşma çabası içerisindedirler. 15 Muhafazakârlığın tanımlanmasına yönelik bu farklı yaklaşımlar bir tarafa, onun bütün bu tanımlama şekillerini birleştiren birtakım ortak özelliklerinin bulunduğunun da belirtilmesi gerekir.
Bütün bu farklı yaklaşımlardaki ortak nokta, muhafazakârlığın "bazı gruplar ve bireylerin geleneksel davranış tarzlarını, değerlerini, normlarını ve kurumlarını korumak veya savunmak istemlerine" referansta bulunmasıdır. Sonuçta bir terim olarak muhafazakârlık "geleneği savunmak eğiliminde olan çeşitli davranış kalıpları"nı kapsar.16 Aşağıdaki paragraflarda muhafazakâr düşüncenin ortak özellikleri temelinde bir muhafazakârlık tipolojisi sunulmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede muhafazakâr anlayışta toplum, siyasal otorite ve değişim kavramlarının taşıdıkları anlamlara değinilecektir.
Toplum
Muhafazakâr anlayışta toplum, "organik ve hiyerarşik" bir yapıya sahiptir. Tıpkı insan vücudunun farklı organları gibi sınıflar ve sosyal gruplar birbirlerini tamamlarlar. Toplumun karşılıklı bağımlı olan bütün parçaları, bu "karşılıklı bağımlılık" ilişkisinin bilincindedirler. 17 Toplumu oluşturan birimlerden hiçbiri kendisini bütünden bağımsız olarak görmez. Diğer bir ifade ile toplumu oluşturan parçaların arasındaki etkileşimin doğası mekanik değil, organiktir. Bütün bu parçalar, kendi benliklerinin ötesinde toplumun bir parçası olma rollerine vurgu yaparlar. Toplumu oluşturan bu parçalar, aynen insan vücudunu oluşturan organlar gibi birbirlerinin aynı olmadıklarından ve farklı işlev ve rolleri yürüttüklerinden, bu parçaların hiyerarşik bir organizasyona tabi kılınması kaçınılmaz hâle gelir. Bundan dolayı Muhafazakâr ideoloji, eşitlik ve hürriyeti soyut önermeler olarak görür ve uygulanabilirliklerini kabul etmez. Bunun yerine muhafazakârlık haklara ve özgürlüklere vurguda bulunur. Muhafazâkâr anlayıştaki bu haklar ve özgürlükler rasyonel ilkeler ve doğal hukuk yerine "özel kurumsal, hukuki düzenlemelerden, tarihten ve gelenekten" tevarüs ettirilir. 18
Toplumun karşılıklı bağımlı parçalarından mürekkep olan "bütün", uyumlu bir ahenge sahip olup, anayasa ile formel hâle getirilir. Anayasa, "siyasal gücü tanımlayan ve uygulanmasına sınırlamalar getiren bir teamüller, anlayışlar, kurallar ve özellikle de gelenekler bütünü"dür.19 Netice itibari ile muhafazakâr anlayışta iktidarın alışkanlık, teamül ve gelenek tarafından belirlendiği, bu çerçevede toplumun bütün parçaları tarafından kabul edildiği ve saygıya değer görüldüğü sonucuna ulaşılabilir.20 Shils'e göre gelenek, toplumdaki bütün fertlerin hedeflerini, standartlarını ve hatta tavır ve davranışlarının araçlarını bile belirleyebilme gücüne sahiptir.21 Buraya kadar resmedilen çerçeve içerisinde muhafazakâr anlayışta toplumun tarihi bir kavram olduğu sonucu çıkarılabilir. Buna göre toplum, zaman içerisinde evrilerek oluşmuş tarihi bir soyutlamadır. İşte tam da bu yüzden toplumun özellikleri tarih tarafından belirlenmiştir. Bu çıkarım, bizi tarihi mirasın ihmal edilmesi durumunda toplumun dinamiklerinin de yanlış anlaşılacağı sonucuna götürür.
Muhafazakâr terimlerle tanımlanmış bir toplumdaki bireyler hürriyet ve eşitlik gibi "soyut" kavramlar için mücadele etmezler. Tam tersine bu bireyler, "toplum"un bir üyesi olmaktan onur duyan, otoriteye itaat eden ve atalarından aldıkları mirası geliştiren kişiler konumundadırlar.22
Siyasal Otorite
Muhafazakârlığa göre, gelenek, teamül ve tarihi miras, siyasal otoritenin kurulma sürecindeki en önemli kavramlardır. Muhafazakârlar, siyasal otoritenin kuruluşunda "sözleşme" ve "rıza"ya vurgu yapan, yöneten ve yönetilen arasındaki "akit"i devletin kurucu ögesi olarak gören erken dönem liberallerinin fikirlerine şiddetle karşı çıkarlar.23 Muhafazakârlara göre devletin oluşmasında en büyük rolü, tarih ve gelenek oynar. Bu oluşum süreci organik toplum anlayışının çerçevesi içerisinde şekillenir.
Tarih, muhafazakârlar açısından çok büyük önem taşır. Bunun doğal bir sonucu olarak da muhafazakâr toplumun siyasal yapı ve kurumlarının çerçevesi tarihi süreklilik içerisinde belirlenir. Devlet ve toplum ilişkileri, tarihi mirasın gerekliliklerine uygun olarak düzenlenir. Bu doğrultuda devletin ve liderin amacı, tarihin mirası çerçevesinde "toplumsal bütünlüğü korumak ve çeşitlilik içerisinde amaçların ortaklığını ve birliğini sağlamak"tır.24 Liderlikte kalite esas olmalıdır. Tarih boyunca muhafazakârlar, oy hakkının hızla yayılmasına karşı mücadele etmişler; zamanla buna ister istemez razı olmuşlarsa da çok yakın zamanlara kadar çoğunluğun idaresi fikrini tam olarak kabullenememişlerdir.25 Peregrine Worsthorne'nın kısaca belirttiği gibi, muhafazakârların nazarında "kaliteli azınlık, kamu işlerinde birikimi olmayan çoğunluktan çok daha etkili olmalıdır, yani bu azınlık yönetici sınıfı oluşturmalıdır."26 Muhafazakârlar, demokratik yönetimi, ancak toplumda düzenin sürdürülmesinde demokratik yönetim önemli bir gereklilik haline geldiği zaman kabullenebilmişlerdir. Muhafazakârlar, doğal liderlerin ülkenin çıkarlarını güvenli bir şekilde koruyabileceklerine inanırlar. Onlar, ülkenin faziletli temsilcileridir ve "karar alma ve temsil etme kapasitesi seçimden ziyade bu kişilerin faziletleri ile belirlenir."27 Muhafazakârların bir kez seçildikten sonra hükümete özgürce idare etme konusunda otonom ve bağımsız bir konum veren iddiaları, bizi, "iyi muhafazârların kalplerinin ta derinliklerinde otoriterlik ve elitizm unsurlarının sıradan insanlara ve halka güvensizlikle birlikte hâlâ bulunduğu" sonucuna götürür.28 Bora'ya göre, monarşik devletin kutsallığı, muhafazakârların omuzlarında Aydınlanma süreci ile birlikte "aydınlanmış bir kutsallığa" dönüşmüştür.29
Muhafazakârlar, kendi kimliklerinin güçlü bir unsuru olarak paternalizme büyük önem verirler. Paternalizme göre, "doğal liderler, halkın rahatlamasını ve hayat standartlarını geliştirmek suretiyle halkın refahını sağlamak zorundadırlar.30" Paternalizm, devletin gücünü pekiştirici bir etkide bulunduğundan muhafazakârlar, ekonomik liberalizmin faydacı felsefesini reddederler. "Kişisel çıkar, sınırsız rekabet, bireyselcilik ve toplumun yarışan tezler ve karşıtlıklar sonucu oluştuğu" gibi fikirleri muhafazakârların hiçbir zaman paylaşamayacağı fikirler, grubunu teşkil eder.31
Değişim
Yukarıda resmedilmeye çalışılan tablodan da anlaşılacağı üzere, geleneğe yaptığı vurgu ile "muhafazakâr düşünce, tedrici olmaması durumunda, genelde değişime karşı çıkar."32 İstikrar, muhafazakârların önem atfettiği siyasal kavramların en önemlilerinden birisidir. Bu durum; dini, geleneği, doğal hukuku, ön kabulleri bireyin korunmasının önemli araçları olarak gören muhafazakâr anlayışın doğal sonucudur. Sonuçta muhafazakârlıkta istikrar, değişimden daha yüksek bir değer olarak karşımıza çıkar. Ne var ki, değişim kaçınılmaz olduğu zamanlar, muhafazakârlar samimi bir şekilde onu gerçekleştirirler; ancak değişimin doğal ve yavaş olması gerektiği kanısındadırlar.
Değişimin hâlihazırdaki düzenin korunmasında önemli bir gereklilik haline geldiği zamanlarda muhafazakârlar değişimden yana bile tavır alabilirler. Muhafazakâr anlayışta değişim, "yeni ihtiyaçları yansıtmak ve geçmiş tecrübelerin ışığında ihtiyatlı düzenlemelerin bir sonucu olmak" zorundadır.33
Huntington, muhafazakârlık üzerine yazmış olduğu makalelerinin birisinde muhafazakârlığı, "birtakım kurumların sürekliliğini savunan doğal, ancak bir o kadar da değişken bir teori" olarak tanımladıktan sonra, muhafazakârlığın değişime yaklaşımını şu sözlerle ifade etmektedir: "Toplumun temelleri tehdit altında kaldığı zaman muhafazakâr ideoloji, insanlara halihazırdakilere nazaran bazı kurumların gerekliliğini salık verir."34 Müller'in bu konudaki düşünceleri de muhafazakârların değişimi nereye kadar kabul ettiklerini göstermesi bakımından önemli ipuçları sunar: "Muhafazakârlar çeşitli zaman ve zeminlerde krallıktan meşruti monarşiye, aristokratik ayrıcalıklardan temsili demokrasiye, yüksek gümrüklerden serbest ticarete, milliyetçilikten uluslararasıcılığa, merkeziyetçilikten federalizme, kapitalizmden diğer refah devleti versiyonlarına kadar birçok anlayışı benimsemişlerdir."35 Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki değişimin sınırlarını, statükonun korunması belirler.
II. Abdülhamid Bir Muhafazakâr mıydı?
Çalışmanın bu bölümünde, II. Abdülhamid'in ne dereceye kadar muhafazakâr olduğu sorusuna cevap bulunmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda II. Abdülhamid'in politikaları, çalışmanın ilk bölümünde ortaya konulmaya çalışılan muhafazakâr düşünce çerçevesinde değerlendirilecektir. Bu bağlamda, II. Abdülhamid'in politikalarının yukarıda anlatılan muhafazakâr düşüncenin ortak özellikleri ile ne kadar uyuşup uyuşmadığı gösterilmeye çalışılarak muhafazakârlığın II. Abdülhamid dönemini anlamada bir araç olup olamayacağına ilişkin bir sonuca varılacaktır. İlerleyen paragraflarda II. Abdülhamid döneminde toplumun yeri, devletin ve siyasal otoritenin rolü ve değişimin anlamı üzerindeki değerlendirmelere yer verilecektir.
Toplumun Yeri
Sultan Abdülhamid'in en temel hedeflerinden birisi de toplumda güçlü bir dayanışmayı tesis etmekti. Bu, "organik ve hiyerarşik" bir toplum yapılanmasını önemseyen "muhafazakâr rüya"nın da bir parçası idi. Böyle bir siyasetin güçlü bir merkezi otoritenin kurulmasından geçtiği açıktır. Bu doğrultuda II. Abdülhamid, kendinden önceki hükümdarlar zamanında başlatılmış olan merkezileşme politikalarını sürdürmüştür. Telgraf hatları ve demiryolu ağlarının kurulması böyle bir endişenin pratik yansımalarıdır. Yerel yöneticilerin desteğini almak için verilen uğraş da bu merkezileşme politikasının hayata geçirilmesi açısından önemlidir. Mardin'in görüşüne göre, "19. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren Osmanlı Devleti artan bir biçimde periferinin günlük hayatına katıldı. Sultan II. Abdülhamid (1876-1909). kalan göçebeleri yerleşik hayata geçmeye zorlayarak çevrenin entegrasyonu çabalarını devam ettirdi. Aynı anda Padişah, merkezi bir birlik hissi ile Müslüman Osmanlı periferisini de bir araya getirmeye çalıştı. Sir William Ramsay'ın da altını çizdiği gibi Abdülhamid'in Panislamizm politikası bütün Müslümanların birleştirilmesi hayalinden öte kendi halkını İslami-emperyal bir fikir etrafında toplayacak milliyetçilik öncesi bir form kurma çabasıdır."36
Bu bağlam içerisinde Abdülhamid, bütün alanlarda imparatorluğun bütünlüğünü koruyacak politikalar takip etmiştir. Dış politika konusundaki uygulamalarında "imparatorluğun bütünlüğünü koruma" fikrinin bir motivasyon kaynağı olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu, biraz da Abdülhamid döneminde 1881'de Tunus'un Fransızlara, 1882 yılında Mısır'ın İngilizlere, 1885 yılında Doğu Rumeli'nin Bulgaristan'a bırakılması gibi bir çok toprak kayıplarının yaşanmış olması ile ilgilidir. O, Yunanistan ve Rusya gibi komşu ülkelerle uzlaşma yolunu seçmiştir. İngiltere'nin gücünü dengelemek için güç dengesi politikasını da yine bu endişelerle hayata geçirmiştir. Bunun doğal sonucu olarak, Almanya ile ilişkileri yoğunlaştırırken Fransızları rahatsız etmeyecek politikaları takip etmiştir.37
Siyasal alanda, meclisin kapatılmasına ilişkin kararına gösterdiği gerekçe de meclisin imparatorluğun bütünlüğünü zayıflattığı ve Müslüman ve Hristyanlar arasında yaşanan sert tartışmalar yüzünden parçalanma sürecini hızlandırdığı fikri idi. Akarlı, meclisin kapatılması ile ilgili bir sebep daha göstermektedir. Buna göre, halkın imparatorluğun yönetimine katılmasından sadece Abdülhamid değil, diğer devlet adamları da çok rahatsızdı. Akarlı, daha sonraki dönemlerde İttihat ve Terakki üyelerinin de halkı yönetim alanının dışına itecek politikaları izlemeye devam edeceklerini de eklemektedir.38 Netice itibari ile bu politikalar, Osmanlı devlet adamlarının imparatorluğun bütünlüğü konusundaki endişelerinin yansımalarıdır.
Sosyal alanda, Abdülhamid, kabilelerin etkili ve saygın liderlerinin desteğini almak için de çaba göstermiştir. Abdülhamid, daha önceki idarecileri, yönetimde kabile liderlerini ihmal ettikleri hatta tasfiye etmeye çalıştıkları gerekçesi ile suçladı. Bu liderlerin yerel halk nezdinde belli bir saygınlığı olan geleneksel otoriteler olduğunu ve bu yüzden hükümetin de bu kişileri dikkate alması gerektiğini savundu. Bu çerçevede, bu liderleri teşvik etmek, onlara hediye vermek gibi bir takım yöntemlerle bu liderlerin idari süreçlere katılımını sağlamıştır.39
Bu politikalarla Abdülhamid'in stratejilerinden birisi de kendi yönetiminde halk meşruiyetini arkasına almaktı. Abdülhamid, toplumun tutunumunun mevcut düzenin ayakta kalabilmesi için önemli olduğunu düşünmekteydi. Müslümanların desteğini arkasına alabilmek için birçok imkanı kullanmasını bildi. Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı Arabistan, Libya ve Suriye gibi bölgelerdeki eğitim ve altyapı reformları sayesinde Müslüman tebaanın desteğini arkasına almayı başardı. Yine aynı gayeye matuf olarak, siyasal ve dini meşruiyetinin yanında halk meşruiyetini de güçlendirmek açısından tarikatları araç olarak kullanmasını bilmiştir.
Devletin ve Siyasal Otoritenin Rolü
Abdülhamid, kendi pozisyonunu Osmanlı devlet geleneğinin ve dinin kendisine kazandırdığı meşruiyet sayesinde güçlendirmiştir. Devlete atfettiği temel rol, imparatorluğun bütünlüğünün korunması idi. Çevresindeki devlet adamlarına tam olarak güvenemediği için, Abdülhamid dönemi, genel olarak tek adam yönetiminde geçmiştir. Bu durumun oluşmasında Abdülhamid'in iktidara gelmesinin ilk yıllarında görülen trajedilerin bıraktığı intibanın çok önemli bir rolü bulunmaktadır. Abdülhamid'in iktidara gelmesinin daha ilk yıllarında (1877), Rusya, Balkanlar'da Osmanlı İmparatorluğu'nun azınlıklara yönelik yönetiminin yanlışlıklarını bahane ederek Osmanlılara karşı savaş ilan etmişti. Osmanlı İmparatorluğu bu savaş sırasında askeri açıdan bir çok yenilgilere maruz kalmış, 1878 Berlin Antlaşması ile Avrupa'daki topraklarının büyük bir kısmından vazgeçmek zorunda bırakılmıştı. Oysa Abdülhamid, savaştan hemen önce Rusya ile savaşa girmenin doğru olmayacağını belirterek savaş karşıtı bir politika takınmıştı. Savaşın yıkıcı sonuçları Abdülhamid'in siyasal düşüncelerinin olgunlaşmasında çok etkili olmuştur. Budan sonra, bütün ülke çapında kendi kontrolünü kurmaya özel bir önem vermiştir. Bu çervevede otoritesini öncelikle imparatorluğun dış politikasında kurmayı başarmıştır. İmparatorluğun diğer ülkelerdeki temsilcileri, Hariciye yerine doğrudan Abdülhamid'in kendisi tarafından atanmıştır. Bu durum (doğrudan atama) zamanla iç politikada da etkin bir kontrol kurma enstrümanı haline gelecektir.40 Abdülhamid, imparatorluğunun kalan kısımlarında geniş bir kontrole sahip olabilmek için çok sıkı önlemleri hayata geçirmeye başlamıştır. Bu önlemlerin bazıları "1876'da ilan ettiği anayasanın yürürlükten kaldırılması, devlette bürokratikleşmenin hızlandırılması ve doğrudan Saray'a ve Padişaha raporlar veren bir istihbarat ağının kurulması" olarak sayılabilir.41
Padişahın otokratik yönetiminin tek sebebi elbette ki kendisi değildi; bunun çok önemli sebeplerinden birisi de devlet adamlarına sorumluluklarından fazla yetki veren Osmanlı siyasal kültürü idi. İmparatorluğun 1876 yılında ilan edilen ilk anayasasında bile Padişah'a meşrutiyeti askıya almayı mümkün kılan çok geniş yetkiler verilmişti. Anayasada yargının bağımsızlığı kabul edilmiş, bazı insan hakları garanti altına alınmış olsa bile Padişah'a birçok konuda tek başına karar alma imkanı tanıyan çok geniş yetkiler verilmişti. Örneğin, şeyhülislam, bakanlar, Ayan Meclisi üyeleri gibi birçok üst düzey yöneticiyi atama, meclisi açma ve feshetme yetkileri bunların sadece bazıları idi.42 Kısacası Padişah 1876 anayasası ile otoriter gücünü kaybetme gibi bir tehlike ile karşı karşıya değildi. Bu anayasa, otoriter, merkezci, ve elitist bir siyaset anlayışının sonucu olarak ortaya çıkmıştı.43 Mithat Paşa'nın 1877'de sürgüne gönderilmesi ve anayasanın 1878'de yürürlükten kaldırılması bunun en açık delilleridir.44 İşte bu yüzden ironik de olsa "şimdi de anayasa otokrasiyi mümkün kılıyordu"45 sonucuna katılmak zorundayız. Heper'in deyişi ile, "modernleşmenin üst düzey bürokratları, kritik kararları kendilerinin alabileceği kişisel bir yönetim kurdular. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde II. Abdülhamid, bürokratların ve memurların yetişmesi için modern okulları açarken kişisel otoritesini kurmayı da ihmal etmedi. Bu düzende Abdülhamid, bağlılığı, başarının önüne geçirdi."46 Akarlı da aynı şekilde ne Abdülhamid'in ne de Osmanlı İmparatorluğu'nun üst düzey memurlarının ne kadar verimli olursa olsun mecliste yapılan tartışmaları sindirebilecek töleransa henüz sahip olamadıklarını iddia etmektedir.47
Osmanlı sultanları, imparatorluğu şu geleneksel ilkenin gölgesinde yönettiler: "Toplumda yaşayan insanlar arasındaki uyum, ancak idare sayesinde mümkündür."48 Heper, "İşte bu yaklaşımın varlığı sayesindedir ki Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetici sınıf Askeriye olarak adlandırılmıştır." demektedir.49 Akarlı'ya göre Abdülhamid'e göre devletin birinci hedefi, toplumun düzen ve bütünlüğünü korumaktır. Bu sağlanabildiği takdirde halk hayatını Padişah'a ve devlete bağlılık içerisinde güvenli bir şekilde sürdürebilecektir. Güçlü ve verimli bir adalet sistemi kurulduğu takdirde halk arasındaki çatışmalar sona erecek ve dış güçler imparatorluğun iç işlerine karışmak için hiçbir bahane bulamayacaklardır.50 Bu çok açık bir biçimde kendisini tebasının refahından sorumlu tutan patrimonyal bir anlayışın yansıması idi.51 Abdülhamid, otoritesinin kurulması adına imparatorluk içerisindeki ordu ve ulema gibi prestijleri hayli yüksek olan geleneksel güçlerin etkinliğini kırmak, en azından azaltmak için yapabileceğinin en iyisini yaptı. Abdülhamid bu kurumları kendi gücüne karşı birer tehdit olarak algıladı. Bunun için Harbiye Nezareti'nin önemi azaltıldı, devlet memurları arasındaki rakip grupların farklılıkları kullanıldı (Padişah daha çok şehirli olanları taşralı olanlara tercih etti) ve dini eğitimin genişletilmesi çabaları bastırıldı.52
Abdülhamid, kendisi de çok dindar bir Müslüman olmasına rağmen, dini sosyal ve siyasal amaçlar için kullanmak konusunda hiç tereddüt etmedi. İmparatorluk içerisindeki reformcu İslami grupların sıkı bir şekilde karşısında oldu. Mevcut düzenin yara almadan devam edebilmesi gayesi ile Ortodoks İslam'ı destekledi. Bu bakımdan medreselere desteğini sürdürdü ve medreselerin yeni eğitim kurumları ile bütünleşmesine yönelik çaba harcadı.53 Zürcher, Abdülhamid'in saltanatının dini ve geleneksel yönünü vurgulamak sureti ile hem kendi konumunu güçlendirmeyi hem de o dönemdeki liberal yaklaşımları zayıflatmayı hedeflediğini işaret etmektedir.54
Sonuçta, Abdülhamid kendi politikalarını hayata geçirebilmek için otoriter bir yönetim kurmuştur. Onun anlayışında, demokratik bir yapılanma, devletin bütünlüğünü zayıflatacak unsurları da beraberinde taşıma riskine sahiptir. Shaw'ın ifadeleri ile, "Parlamento, kriz dönemlerinde kararlı adımlar atmak yerine, çeşitli grupların kavga alanı haline geldi. Bu, Osmanlı tarihindeki gerçek demokratik parlamento idi. Siyasi partiler mevcuttu. Ne var ki bu partiler ilkeler etrafında toplanmak yerine din ve milliyetçilik konularında hırlı liderler etrafında siyaset yapmaktaydılar. Dolayısı ile, parlamento, savaşla beraber gelen krizi tartışmak yerine vaktini, şu ya da bu milletin ne kadar ayrıcalığa sahip olması gerektiği gibi konuların tartışılmasına ayırarak bütünlüğü bozucu bir etki alanına dönüşmüştü. Parlementerlerin mutabık kalabildikleri tek şey savaş felaketinden dolayı hükümetin ve Padişah'ın eleştirilmesi idi."55 Böyle bir anlayışın ve durumun bir yansıması olarak, II. Abdülhamid oldukça merkezileşmiş ve otoriter bir idare kurmuştur. Bu, "Osmanlı İmparatorluğu'nda daha önce hiç görülmemiş şahsi bir yönetim"di. Bu yönetimin Padişah dışındaki temel aktörleri Şura-i Devlet polis güçleri, ajanlar, sansür müessesesi, ve saray mabeyncileri idi.56
II. Abdülhamid Döneminde Değişimin Anlamı
Muhafazakâr anlayışta olduğu gibi, II. Abdülhamid'in reformlarının temelindeki mantık, devlet yönetimindeki geleneksel kalıplar üzerinde radikal değişimler gerçekleştirmekten ziyade imparatorluğun dağılmasını önleme çabasıdır. Abdülhamid, Tanzimat'la zaten hız kazanmış olan reform sürecini, özellikle askeri, eğitim, ve ekonomik konularda devam ettirmiştir.57 Bu mantık içerisinde imparatorlukta modernizasyonun hayata geçirilmesi, "hem Abdülhamid'in imparatorluk üzerindeki kontrolünü artırmasını hem de dış ve iç tehditlere karşı tavır alabilmesini"58 sağlamak açısından kaçınılmazdı. Reformların içeriği bunun çok açık bir göstergesidir. Telgrafın getirilmesi ve demiryollarının imparatorluk çapında inşa edilmesi Abdülhamid'in tüm ülkede istikrarı sağlamaya yönelik bir otoriteyi kurmasını sağladı. M. S. Anderson, Adbülhamid Dönemi reformlarını değerlendirirken, Lewis'e referansla "Tanzimat'ın en olgun ve en zirve noktasına -hukuki, idari ve eğitim alanlarında- Abdülhamid iktidarının ilk yıllarında ulaşıldığını söylemenin bir abartı olmayacağını" yazmaktadır.59 Anderson analizlerinin devamında gayet yerinde bir saptama ile "siyasal alanda (idari ve ekonomik hayattan bağımsız olarak) onun rejimi, reformları tamamen reddetmiş ve o yalnızca devraldığı verimsiz despotizmi güçlendirme adına Batı teknolojisini mümkün olduğu kadar kullanma kararlılığında olmuştur" demektedir.60
Siyasal alanda ilk anayasa Abdülhamid Dönemi'nde ilan edilmişti. Ne var ki yukarıda da ifade edildiği gibi, bu anayasaya göre "Padişah, istediği takdirde, kanunları kabul veya red etme ve meclisi fes etme konularında sınırsız otorite"ye sahipti.61 Abdülhamid için anayasayı askıya almak çok da uzun sürmedi. İlan edilmesinden iki yıl sonra anayasayı yürürlükten kaldırdı. Bu durumda, O'nun, anayasanın ilan edilmesini, ilk başlarda konumunu güçlendirmek için pragmatik bir biçimde kullandığı sonucuna ulaşılabilir. Ne zaman ki anayasa artık onun için bir tehdit haline geldi, işte o zaman onu yürürlükten kaldırdı. Yani anayasa onun reform projesinin esas hedeflerinden biri olmaktan ziyade, yalnızca gücünü pekiştirmenin bir aracı idi.62 Bu, değişimi, cari düzenin ayarlanmasının bir enstrümanı olarak gören muhafazakâr tavır alışı işaret eder.
İdari yapılanma alanında, Abdülhamid, bürokrasiyi modernize etti ve çok güçlü bir seviyeye çıkardı. Devlet memurları yetiştirmek için yeni okullar açıldı. İmparatorluk içerisindeki bütün milletlerin üyeleri bu okullarda eğitim alabilme imkanına sahip kılındı. Bürokratların sınavla alınmalarına dikkat edildi. Kısacası Abdülhamid döneminde etkili bir bürokrasi ikame edildi. Mahkemelerde ve hukuk kurallarında yapılan düzenlemelerle daha önceki dönemlerle kıyaslandığında göreceli olarak daha adil bir adalet sistemi kuruldu. Abdülhamid döneminde eğitim alanında çok büyük bir ilerlemenin olduğu gözlenebilir. Okuma yazma oranı arttı, laik ve modern eğitim kurumları kuruldu, halk eğitimine büyük önem verildi. Sonuçta, "Abdülhamid dönemi boyunca önemli Osmanlı şehirlerinin hepsinde muazzam bir kültürel canlılığın varlığı"nı görüyoruz.63 Bu reformlar halihazırdaki düzenin devamlılığının sağlanması için etkili bir düzenin kurulması ihtiyacının getirdiği bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Muhafazakâr anlayışta olduğu gibi, reform, toplumda düzenin sağlanması için bir ihtiyaç haline geldiği zaman bir anlam taşımaktaydı.
Ekonomik alanda, ekonomik bir istikrara ulaşılmasına yönelik politikalar uygulamaya geçirilmiştir. Abdülhamid'in ilk hedefi, imparatorluk üzerindeki dış baskıların bir bahanesi haline gelmiş olan borçların boyunduruğundan kurtulmak idi. Abdülhamid, güçlü bir ekonominin imparatorluğun ayakta kalabilmesinin ve statükonun devam ettirilebilmesinin en önemli ön şartlarından biri olduğunun farkındaydı.64 Bu bilinç bağlamında, ekonomi ve mali alanlarda birçok yenilik getirilmiştir. Bu doğrultuda devletin mali sistemi modernize edildi: "paranın kurunda düzenlemeler yapıldı, enflasyon kontrol altına alındı ve fiyatlar kontrol edilerek düzenlendi."65 Ekonomik sistemde fiziki bir modernizasyon hayata geçirildi: "Tarımın gelişimine önem verildi, yeni ürünler yetiştirildi ve bunun için de yeni metodlar kullanılmaya başlandı. [...] Ülkeye, demiryollarının, yolların ve telgraf hatlarının inşa edilmesi için yabancı sermayenin gelmesi sağlandı, [...] Osmanlı şehirlerinin görünümünü modernleştiren, caddeler ve yollar inşa eden, modern evlerin, apartman binalarının ve dükkanların inşa edilmesini teşvik eden, taşımayı halka açık arabalarla ve vapurlarla sağlayan, yollarda ışıklandırma ve döşeme malzemesi sağlayan modern yerel yönetimler kuruldu."66
Sonuç
Muhafazakârlığın temel özellikleri bağlamında, II. Abdülhamid, aşağı yukarı bir muhafazakâr olarak sayılabilir. Ancak son bir not olarak şunun da ifade edilmesi gerekir ki o bir "gerici" değildi. Bir muhafazakâr, yine muhafazakâr gerekçelerle tedrici bir değişimi kabul eder. Diğer yandan bir "gerici" çoğu zaman halihazırdaki sistemde geçmişi yeniden kurabilmek motivasyonu ile radikal bir değişimi isteyen kişidir. II. Abdülhamid'in hedefi, geçmişi yeniden kurmak değil, halihazırdaki düzenin ve gelenek ve tarihin mirasında devletin bütünlüğünün muhafaza edilmesi idi. Muhafazakâr hızlı değişimin karşısında iken, gerici halihazırdaki sisteme ulaşılana kadar olan bütün değişimleri de kabul etmeyen kişidir. Oysa Abdülhamid, hem önceki dönemde yapılmış olan reformları sahiplenmiş hem de bunları bir adım daha ileriye götürmesini bilmiştir. Bu durumda Abdülhamid ile ilgili olarak Shaw'la birlikte şu sonuca ulaşmak yanlış olmayacaktır: "II. Abdülhamid, otoritesini Tanzimat Dönemi'nde başlatılmış olan reformları başarılı bir şekilde tamamlamak için kullanmıştır. [. ] O, Tanzimat'ın son dönemlerinde hayata geçirilmiş olan demokratik temsili kurumları yürürlükten kaldırmıştır, fakat diğer yandan otokratik yönetimi sayesinde, reformlarının başarılı bir noktaya gelmesinde etkili olan imparatorluğun mali ve ekonomik sorunlarının çözümünü sağlamıştır."67
Ramazan Kılınç